Ya uğursuz gelirsem?

O akşam Fenerbahçe-Rize maçı var.

Sevgilim maça gidecek.

Ben de istiyorum.

İstiyorum ama bir taraftan da korkuyorum: Kalkışmasam mı? Hiç bulaşmasam mı? Ya bu defa da, uğursuz gelirsem? Nasıl izah ederim sevgilime...

Ki o, Dubai’de, elin Hintli’sine, İtalyan’ına, İngiliz’ine, Pakistanlı’sına, Fenerbahçe forması giydirip maç seyrettiren adam. Bu, ilişkimiz adına ciddi bir risk. Ama yine de "olay yeri"nde olmak istiyorum.

O farkında değil ama birlikte gittiğimiz her maçta Fener yenildi.

Canından çok sevdiği takımı...

Ben de kendimi çok kötü hissettim.

Üzerime, "uğursuz" sıfat kondurdum.

Zaten bir şey kötü gidiyorsa, sorumlusu mutlaka benimdir.

Anne olduktan sonra, bu daha da arttı.

Alya yemek mi yemiyor?

Benim yüzümden.

Çok mu yiyor?

Yine benim yüzümden.

Benim yüzümden olmayan bir şey var mı?

Yok.

O yüzden Fener’in yenilmesi de benim yüzümden.

Dir herhalde...

Yok, yok mutlaka öyledir..

***

- Yani sen şimdi resmen "Uğursuzum" mu demeye çalışıyorsun?

- "Belki de olabilirim" diye seni uyarıyorum, "Beni götürmezsen, galibiyet garanti, ona göre..." diyorum.

- Hiç zannetmiyorum. Birlikte gidiyoruz. Eğer kazanırsak, anlayacağız ki, çok geniş bir hayal gücün var, Alya’nın da büyüyünce sana çekmesini dileyeceğiz. Ama yenilirsek, senin için üzgünüm, uğursuz olduğunu ben de kabul edeceğim. Bir daha saha yüzü göremeyeceksin...

***

Hep böyle yapıyorum!

Söylememem gereken şeyleri söylüyorum.

Gereksiz yere strese giriyorum.

İçimdeki sıkıntıyla birlikte, maça gitmek üzere yola çıkıyoruz.

Arabayı, stadın içindeki numaralı otoparka koyarken bir farklılık hissediyorum, eskiden biz her maç akşamı, arabayı park edecek boş kaldırım parçası aramaktan helak olurduk. Şimdi, ellerimiz cebimizde ıslık çala çala tribüne çıkıyoruz.

Tribün dediysem, 1907’nin yeni yeri.

Aman Tanrım!

Burası havalı bir kafe mi, şahane bir kulüp mü? Böyle bir şey beklemediğim için, önce afallıyorum.

Favori sorum: "Ben neredeyim?"

Boğaz manzarası gibi gözüküyor yeşil saha.

Sanki bir eğlence yerindeymişsin de, ekstradan da maç seyrediyormuşsun gibi.

Son derece canlı, yaşayan bir mekan burası.

Mesela, Divan Lokantası’nın tabelasını görüyorum. Mesela, "suşi" yiyen insanlar görüyorum. Mesela, "expresso"sunu yudumlayanları. Sonra, "internet cafe" var. Çocuklarınızı bırakacağınız bir kreş bile var...

Her şey inanılmaz medeni.

Güzel kadınlar, güzel adamlar, sarı lacivert çocuklar...

Biraz beyaz Türkler görüntüsü hákim.

Hayal ettiğimiz bir Türkiye.

Her şey inanılmaz modern.

İnsanların önünde bilgisayar ekranı gibi televizyonlar, aynı anda GS maçını izleyebiliyorlar, çok ama çok etkileniyorum. Bu arada şunu da öğreniyorum: Fener’in o yeni altın renkli forması acayip revaçta. Biz de almak istiyoruz Dubai’de giymek için ama uygun bedenini bulamıyoruz.

Pek çok tanıdığıma rastlıyorum. Herkes sevgilisiyle, eşiyle gelmiş. "Futbolla alakası olmaz" diye düşündüğüm kadınlar da görüyorum, selamlaşıyoruz.

Birden kafama saksı düşüyor, uyanıyorum:

"Demek!" diyorum "Sen hep buraya geliyorsun. Bu kadar güzel kadının arasına. Yani maça gidiyorum dediğinde, böyle tehlikeli bir yere gelebileceğin aklımın ucundan bile geçmemişti. Bundan sonra uğursuz- muğursuz anlamam, ben de geleceğim seninle. Bu kadınlar, hem güzeller hem de Fenerliler. Ne olur ne olmaz..."

***

Bir de maçı kazanmayalım mı?

Çaykur Rizespor’u 2-1 yenmeyelim mi?

Benim de kendime güvenim gelmesin mi?

Birden sevgilimin kulağına eğiliyorum ve fısıldıyorum: "Uğursuz-muğursuz değilim işte! Dinamo Kiev maçında birlikteyiz..."

TARAFTAR HAMİŞİ:
Bunun adı Fener vizyonu... Kutluyorum. 1907’nin tribünü sayesinde, futbol sadece erkeklere özgü bir spor olmaktan çıkmış... Kabul ediyorum. Diğer takımlara da, böyle bir tribün temenni ediyorum... Nazar etmeyin ne olur, çalışın sizin de olur!
Yazarın Tüm Yazıları