Tavuk Prenses

YAZININ başlığının son derece tuhaf olduğunun ben de farkındayım. Fakat sizi temin ederim; bu başlık benim ‘‘Tavuk Prenses’’le karşılaşmam kadar tuhaf değil...

Hayatımın Tavuk Prenses'le kesişmesiyle neticelenen olaylar zinciri, Cumartesi sabahı saat 05.00'te, İstanbul'da, sıcacık yatağımdan kalkmamla başladı.

Aslında buna yataktan kalkmak denmiyor. Siz yatağa Garfield gibi yapışıyorsunuz. Uyku ‘‘Gel kardeşim, uyuyalım’’ diyor, irade ‘‘Hayır vazife bekliyor’’ diye karşı çıkıyor.

İrade bir kez daha uykuya karşı maçı kazanıyor ve siz ister istemez, kendinizi yataktan aşağı sert bir şekilde bırakarak filan uyanıyorsunuz.

Eee, şimdi düşündüm de olaya biraz fazla baştan girmiş oldum. Amaaan neyse! Cumartesi sabahı 05.00'te kalkmamın nedeni, saat 07.00'deki Gaziantep uçağı.

Peki sorun bakalım, Gaziantep'e mi gidiyorum ben... Hayır, amacım Adana'ya ulaşmak, fakat Adana Havaalanı kapalı. Adana'ya en yakın havaalanı da Gaziantep'te... Buraya kadar tamamız herhalde...

***

Sabahın kör karanlığında İstanbul'dan başlayan yolculuğum, Gaziantep üzerinden Adana'da sona erdiğinde saat 11.00 filandı.

Hürriyet'in Adana Bürosu'na ulaştığımızda yolun şimdilik sona erdiğini düşünüyordum. Fakat öyle olmadı. Hürriyet Adana Temsilcisi Sinan Ayyıldız, bize döndü (Bizden kastım Erman Toroğlu, İlhan Söyler ve İlyas Namoğlu) ve ‘‘Haydi Mersin'e gidiyoruz’’ dedi.

Gözümün önünde Türkiye haritasını canlandırmaya çalışarak ‘‘Mersin nerede, ben neredeyim?’’ dedim.

Mersin'in çok yakında olduğunu biliyorum. Ama bende mesafe kavramı tamamen karışmış vaziyette. Gözümün önünden Gaziantep-Adana arasındaki tabelalar ve kilometreler geçip duruyor.

Sinan ‘‘Mersin buradan taş çatlasın 1 saat’’ dedi.

Erman Toroğlu, ‘‘Yarım saatte girerim’’ dedi.

Ben daha önce anlattıklarından, Erman hoca'nın süratli otomobil kullandığı sonucuna varmış biri olarak, ‘‘Girme ağbi yarım saatte, normal tarife gidelim’’ diyene kadar otomobile doluşmuştuk...

Yarım saatte olmasa bile bayağı çabuk ulaştık Mersin'e. Ben Mersin'le ilk kez karşılaşıyorum. Güzel bir yermiş...

Sinan bize Eloza diye bir restoranda masa ayarlamış. Arkadaşlar Mersin'e giderseniz burada muhakkak yemek yiyin. Özellikle kekik salatası gibi bir şey getirdiler, akıllara zarar...

Neyse, uzatmayacağım yemek faslını. Çünkü oraya bir girersek çıkamayız.

Ben bir yandan yemek yiyorum, bir yandan çocukluğumun en meşhur zenginlik klişesini hatırlıyorum.

Küçükken şöyle bir zenginlik tanımı vardı: ‘‘Kahvaltıyı İstanbul'da, öğle yemeğini Atina'da, akşam yemeğini ise Paris'te yiyoruz şekerim...’’

Ben de bu durumda zengin bir insan mı oluyorum? Kahvaltıyı İstanbul'da, öğle yemeğini Mersin'de, akşam yemeğini Adana'da, gece yatmadan önceki ‘‘dalak yaran kebap operasyonunu’’ Gaziantep'te yaptım... Tuhaf!..

Neyse, öğle yemeğini Mersin'de yedikten sonra sanki yemek yememişiz gibi Adana'da Onbaşı'da idrak ettik.

Sinan'a kalsak hepimiz 10'ar kilo filan alıp döneceğiz zaten İstanbul'a...

Adana'da Galatasaray maçını seyrettikten sonra tekrar langır langur Gaziantep'e döndük. Ama bu sırada acıktığımızı fark ettik. Çüş diyebilirsiniz, ben hatırladıkça diyorum...

Gaziantep'te hep kaldığımız otelin (Sevcan) az ilerisinde bulunan Gaziantep Evi'ne gittik.

Artık bizi tanıyan garsona mönüyü ezberlemiş olmamıza rağmen, ‘‘Neler var birader?’’ dedik.

Saydı... Sonra durdu ve ‘‘Bir de spesyaller var’’ dedi. ‘‘Öksür bakalım, nedir spesyal hadisesi?’’ dedik.

‘‘Susam Kebabı var ağbi, bir de Tavuk Prenses’’ dedi.

Şimdi ben yanlış mı duydum acaba diye ‘‘Ne prenses? Pamuk Prenses mi?’’ diye sordum.

‘‘Yok ağbi, Tavuk Prenses’’ dedi.

‘‘Hadiya? O ne biçim bir şey öyle?’’ dedim

‘‘Tavuk kıyması ve 7 çeşit baharat... Şahanedir ağbi!’’ dedi.

Şöyle derin bir nefes aldım ve ‘‘Getir bari Tavuk Prenses parçalayalım’’ dedim. Enteresandı... En azından adı müthiş: Tavuk Prenses. Var mı böyle güzel bir isim ya?..
Yazarın Tüm Yazıları