“Öteki” dediğiniz, halkın ta kendisi!

Bütün ülke dediğimiz şey, baktığı yere göre değişiyor galiba insanın...

Haberin Devamı

Kimisi için milyonlar, kimisi için “kaymak tabaka”, “marjinal”, “muhalefet yanlısı” olarak itham edilen “üç beş” kişi. Bu yazıyı yazmaya başladığımda başta İstanbul olmak üzere bütün ülke sokaktaydı.
Binlerce insan sokakta, meydanlarda... Sokağa çıkamayanlar evinin camında...
Tencere, tavalara vuruyorlar, alkış tutuyorlar, bağırıyorlar... Öyle yüksek çıkıyor ki sesleri...
Anlatmak istedikleri var.
Dinlenmemekten, kendilerini cenderede hissetmekten usanmışlar...
Eylemci, bir avuç çapulcu, bir grup marjinal değil onlar üstelik, halkın ta kendisi... Demokratik haklarını arıyorlar.
Taş olsa yumuşar karşısında. Kulaklarını açar, “Ne istiyorlar acaba” diye dinler değil mi?
Memleketin en tepesi, kendini destekleyenler kadar, desteklemeyenlerin de yöneticisi olduğunu ve onların da hakkının, hukukunun bekçisi olduğunu hatırlar, öyle değil mi?
Düşmanlaştıran, kutuplaştıran dilini bırakır, “Sen de benim canımsın, söyle, dinliyorum” der, değil mi?
Ama olmuyor bir türlü.
Her geçen gün, her geçen saat büyüyen protestonun sahipleri “öteki” olarak ilan edilmekten kurtulamıyor.
Koca koca kalabalıklar, “Öyle misiniz sahi?” diye sorulmaya ihtiyaç bile duyulmadan muhalefetin malı sayılıyor, ne yapsalar hep altında bir bit yeniği aranıyor. O çok eleştirilen “apolitik nesil” bile sokaklara dökülmüş... Onlar bile ayaklanmışlar. Düşünün, dünyadan haberi olmamakla itham edilen nesil bile atmış kendini evinden dışarı... “Yeter” diyor.
Taksim İlkyardım’ın kapısında başına biber gazı bombası isabet eden güzel bir insan var. Ne marjinal, ne “öteki”, ne beriki. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.
Cuma akşamı, belki görürüz diye ziyaretine gidiyoruz. Acilin kapısında bekliyoruz, göremiyoruz, sadece uyutulduğunu öğreniyoruz...
Biber gazı bombası yağmurundan nasibini almış gencecik bir kadın.
Ne kabahati vardı, başına gelenin hesabını kim verecek, merak ediyoruz.
Beş dakika sonra Sıraselviler’deki dev kalabalığın içinde buluyoruz kendimizi.
Polis durmaksızın, durmaksızın, durmaksızın gaz bombası atıyor, bir an geliyor kalabalık tüm gücüyle geriye doğru kaçışmaya başlıyor.
Korkunç bir izdiham. İçinde olmasanız anlayamayacağınız türden.
Bir arkadaşımız düşüyor ve yerde eziliyor. Mecburen kendimizi tekrar Acil’in girişinde bir kuytuya atıyoruz. Zar zor.
Bu kalabalık ne yaptı da polisin böylesine vahşi muamelesini hak etti diye düşünüyoruz.
Elinde silah olan yok.
Ha, reklamcılar, bankacılar,  müzisyenler, doktorlar, kısaca ülkelerinde kitabına göre yaşayan, çalışan ve üretenler,  “marjinal” kabul ediliyorsa artık, işte, orada diyecek bir şeyim yok.

***

Belki yarım saat, belki 45 dakika boyunca önümden geçen insanları, karga tulumba getirilen yaralıların o halini izlemek zorunda kalıyorum.
Gelen ambulansların içindeki manzaraları size anlatamam. Yüreğiniz parçalanır. Herkesin yüzünden dehşet okunuyor.
Bir yandan da iyiler, biliyor musunuz? Çok iyiler.
Üzerlerinden ağır bir battaniye atmış gibiler...
Korkularını geride bırakmış, “Yeter be!” demiş olmanın verdiği rahatlık içindeler...
Ve provokatörler... Anayasal bir hak olan barışçıl eyleme vandallık, anarşi karıştırıp “olayları işine geldiği gibi duyulmasını sağlama” servisi...
Karmaşa yaratmak için, provokasyon için özellikle gelmiş, getirilmişler.
Haklı bir hareketin üzerine leke sürmek için görev başındalar.
Ortalığı yakıp yıkıyorlar... Yine de temiz duygularla haklarını aramak için sokaklara dökülmüş toplumu lekelemeye çalışıyorlar.

***

Gezi Parkı’nın yok edilmemesi için oturma eylemi yapan bir gruba orantısız müdahale ile başladı her şey...
Kalabalığı dağıtması için görevlendirilmiş polis, kendini kaybetmişçesine biber gazı atar, toma’larla su fışkırtırken, böylesine anlamsız bir şiddet, sabrını yitirmiş bir milleti çileden çıkardı...
Uzun zamandır hayatına türlü alanlarda müdahale edildiğini düşünen huzuru kaçmış bir halk, doğal bir dürtüyle sokaklara döküldü.
İşin özeti budur.
Olanları siyasi kılıfa sokmaya, farklı yansıtmaya çalışmasın kimse.
Herkes, çok sevdiği güzel Türkiye’sinde barış ve uyum içinde yaşamak istiyor.
Hâlâ, hâlâ, hâlâ kutuplaşmaya, kutuplaştırmaya, “öteki” edebiyatına ne lüzum var?
Allah aşkına, ne lüzum var?

Yazarın Tüm Yazıları