Nihat Odabaşı’yla geçen hafta sığmayan fotoğraf röportajı

Siz geçen hafta, eksik bir Nihat Odabaşı röportajı okudunuz. Röportaj uzundu, ikimizin de konuşma adabı olmadığı için, sığmadı.

Üstelik gecenin geç saatlerinde sonladığı için çok fazla atraksiyon yapacak halimiz de kalmamıştı, ilanlar sıkıştırdı, olamadı, olmadı, Nihat Odabaşı röportajı eksik yayınlandı. Ben de konu bütünlüğü olsun diye sadece ‘panik atak’lı soruları bıraktım, oysa fotoğrafçılığı üzerine de konuşmuştuk. Tabii ki gazeteci Ayşe Arman, ünlü fotoğrafçı Nihat Odabaşı’nın panik atak bölümüyle daha çok ilgilendi. Ama onun talebi, fotoğrafta uluslararası başarı alanındaydı. Ortaya bir anlaşmazlık çıktı. Ben de kendimi kötü hissettim. Sanki Nihat Odabaşı’na kazık atmışım gibi. Konumuzla alakası yok ama ben onu severim, arkasından iş çevirmek gibi bir niyetim asla olamaz. Anlattıklarından başım döndü, etkilendim, çünkü son derece cesur açıklamalarda bulunmuştu. Ve arkasından o kadar çok mail geldi ki, doğru bir iş yaptığım hakkında kuşkum kalmadı. Ama onun memnun olmaması da içimde ukde kaldı. Ben de röportajın eksik kalan bölümünü bu hafta yayınlıyorum. Kendisinden de özür diliyorum.

2006’ya küs girmeyelim Nihat, olur mu?..

Siz Türkiye’de ünlü bir fotoğrafçısınız. Türkiye’de ünlü bir fotoğrafçı olmakla, ünsüz bir fotoğrafçı olmak arasında ne fark var?

- Ünün, çektiğin fotoğraflarla gelmişse, orası hak edilmiş bir yer oluyor. Benim durumum bu. 7.5 yıl boyunca canımı dişime taktım, gece gündüz çalıştım. Ve sonunda ‘Ünlü fotoğrafçı Nihat Odabaşı’ oldum. İlk günden itibaren çok konuşuldu fotoğraflarım. Hep çok meşhur insanlar, hep çok göz önünde kareler, gazetelerin ön sayfalarında, dergilerin kapaklarında... Ne var ki ünlü fotoğrafçı sıfatı, beraberinde sahne korkusunu da getiriyor. Bitmeyen bir sınavdasın. Oysa, ünsüzsen böyle bir derdin yok. Hata yapma şansın çoğalabilir. Ya da yaptığın hata fark edilmeyebilir. Benim mesela, yaptığım her hata, anında büyük olaya dönüşüyor. Ben sürekli risk almak ve kendimi aşmak zorundayım. Bir de ister istemez bir süre sonra ‘Ünlü fotoğrafçı Nihat Odabaşı’ olarak kapana kısılıyorum. Ünsüz fotoğrafçı daha özgür takılabilir...

Peki hiç mi avantajı yok?

- Olmaz mı? Güç veriyor sana, işini özgürce yapabilmeni, şartlar koyabilmeni sağlıyor. Artık sen çizer oluyorsun işin portresini. ‘Ben bu şartlarda çalışırım, bu ortamda çalışırım, bu mankenle ve bu make- up’la çalışırım...’ diyorsun.

İşinizi yaparken hayatta en önem verdiğiniz şey...

- Bana kendini teslim eden kişiye karşı, sorumluluğumu yerine getirmek. Onun hayal ettiği, bazen ondan bile yukarıda olan kareleri verebilmek. Öncelikle onu mutlu edebilmek. Sonra hitap ettiği kesimi. Allah için bugüne kadar da kimseyi incitmedim. O kadar güvenir iş yaptığım insanlar bana, ‘Sen seç fotoğrafları, benim bakmama gerek yok’ derler. Ben onları en iyi temsil edecek kareyi ararım: ‘Çok mu gülüyor, az mı gülüyor, konumu gibi mi duruyor, nasıl duruyor?’ Kısacası, ben sadece fotoğrafçı değilim. Fotoğrafını çektiğim insanların hem arkadaşı, hem sırdaşı, hem PR’cısı hem de ‘image maker’ıyım. Onların konumlandırılmalarına bir şeyler katarım...

Türkiye’de bir fotoğrafçının ünlü olabilmesi için hangi faktörler önemlidir: Göz, kadraj, ışık bilgisi, teknik, photoshop, dijital maharetler... Nedir?

- Eşek gibi çalışacaksın ve farklı bir gözün olacak. Budur. Photoshop, artık hikaye. Herkes yapıyor. Cemiyet sayfalarındaki o küçücük kareler bile photoshop’lanıyor. İlk ben yapıyordum, insanlar ‘Şok!’ diyordu, ‘Mucize’ diyordu, benimle ‘Fotoğraf sihirbazı’ diye röportaj yapıyorlardı. Şimdi artık normal oldu. Mesele bence, bir duyguyu yakalamak, insanlara güven vermek, işine saygı duymak ve yaptığın işin her şeyiyle arkasında durmak. Tabii bir de içinde zeka olan, bir şey söyleyen fotoğraflar çekeceksin...

Ne zaman, ne oldu da, Türkiye’nin ünlü fotoğrafçısı, uluslararası boyuta sıçradı?

- Tamamen, kazara. Algida, Elizabeth Hurley’le kampanya yapmaya karar verdi, Magnum dondurmaları için. Beni tuttular fotoğrafçı olarak. Fotoğrafları çektik, biraz zorlandık, çünkü her şeyine çok müdahale ettim. Eline, koluna, parmağına, oyunculuk yaptırdım ona. Biraz şaşırdı ama dediklerimi yaptı. Sonuçlar çıktıktan sonra da çok beğendi. Sonra bikini kampanyasını benim çekmemi istedi. Londra’ya gittim, iki gün kaldım. O iki gün içinde Anabells diye çok ünlü bir kulübün çıkardığı bir dergi var, Hurley’i onun kapağı için çektim, ertesi gün sabah bir başka dergi için çektim, öğleden sonra bikini kampanyası çektim ve döndüm.

Bu işler Hurley’nin de işine yaradı, öyle değil mi?

- Yaramaz mı? Sunday Times haber yaptı, çünkü Elizabeth’i Anabells’in erkekler tuvaletinde çektim. Herkese enteresan geldi, kulübün pek çok şaşaalı yeri dururken, ben erkekler tuvaletini seçtim. Bikinili fotoğrafları da farklı oldu. Ondan sonra da, bensiz çekim yapmaz oldu. Hemen arkasından tekrar Londra’ya gittim. Meksika’daki bir mağaza zinciri için çekim yaptık. Döndük, birlikte Maldivler’e gittik, ‘Sunday Times Traveler’ ve ‘Easy Living’ dergilerinin kapaklarını çektik. 9 tane iş yaptık, 18 tane kapağımız oldu. Yeni sezonunu da ben çekeceğim. Sonra Derimod için Linda Evangelista çektim....

Bütün bunlar ne kadar zamana sığdı?

- Bir buçuk, bilemedin iki aya...

İyi ama ‘az zamanda çok iş’in sizin ödediğiniz bedeli ne oluyor?

- Çok yüksek oluyor! Her şey kontrolden çıkıyor. İşten gece 03.00’ten önce bitmiyor, uykusuz kalıyorsun. Özel hayatın mahvoluyor. Ya sevgilin terk ediyor ya da sevgili bulamaz hale geliyorsun. Annen gibi senin için hayatta çok değerli olan insanları göremiyorsun. Vaktin yok çünkü. Ya da panik atak oluyorsun. Bedeli bu. Ben de şu anda onu yaşıyorum...

‘PANİK ATAK RÖPORTAJI’NIN YANKILARI

Ne konuymuş!

Yine sığdıramıyorum, pek çok mail geldi, iki örneği zar zor buraya sıkıştırıyorum.


HAYRAN KALDIM

Geçen hafta Nihat Odabaşı ile yaptığınız röportaj, olağanüstü güzeldi. Sayın Odabaşı, ‘panik atak’ını o kadar güzel tarif edip yaşadıklarını o kadar içten ve insani anlatmış ki, hayran kaldım. Yaklaşık 10 yıldır, panik atak hastalarıyla çalışıyorum. Gerçekten onların yaşadıklarını ancak benzeri ataklar yaşayanlar anlayabilir. Biz hekimler ancak tahmin eder ve anlamaya çalışırız. Panik atak esnasında, hele hele ilk nöbette, ciddi bir ölüm korkusu yaşanır. ‘Buraya kadarmış!’ duygusu hissedilir. Bir çok panik ataklı yanındakilere vasiyetini söyler. Sayın Odabaşı’nın haklı olarak serzenişte bulunduğu gibi, doktorların ve sağlık personelinin çoğu ‘panik atak’ı ciddiye almaz. ‘Bir şeyin yok’ derler. Bu ifade, hastaları çıldırtır. Anlaşılmadıklarını düşünürler. Hele bir de ‘Takma kafana, gezmene eğlenmene bak, bir iki kadeh bir şey at, bir şeyin kalmaz’ yollu öneriler, öfkelerini daha da artırır. Doktorlardan ‘güç alan’ hasta yakınları da hastaya yüklenirler. Bazı doktorların ve insanların ‘Bu senin elinde, kendi kendinin doktoru ol, iradeni kullan, kişiliğin bu kadar zayıf olamaz’ demeleri abesle iştigaldir. Panik atak, kişinin elinde olan bir durum değildir. Tıbbi müdahale ve tedavi gerektirir... (Dr. Nihat K.)

TEŞEKKÜR EDİYORUM

25 Aralık 2005 tarihli Nihat Odabaşı’yla yapmış olduğunuz söyleşiyi okudum. Nihat Bey’in anlattıklarını okurken gülümsedim, hatta güldüm. Çünkü sanki ben konuşuyordum, kendimi okuyordum. 20 senedir ben de bu durumdayım. Gerçi çok yol kat ettim. Zamanla kabulleniyor ve nasıl savaşacağınızı öğreniyorsunuz. Nihat Odabaşı’nı bu önemli meseleyi gündeme getirdiği için teşekkür ediyorum... (Banu)
Yazarın Tüm Yazıları