New York’tan 3 speakeasy

Speakeasy, Amerika’da 1920’lerde alkol yasağı sürerken gizli gizli içki satan barlar için kullanılmış ilk.

Şimdi çok bilinmeyen, daha doğrusu çok bilinmek istemeyen, sadece belli çevrelere açık, herkesin giremediği saklı mekanlar için söyleniyor. New York’tan 3 speakeasy anlatacağım bu hafta. Üç farklı yerde 3 kulüp. Eğer bir bağlantınız yoksa bunların hiçbirine giremezsiniz. The Box’ın kapısına gidip şansınızı deneyin belki alırlar. The Beatrice Inn, hemen hemen imkansız. SoHo House’a ise ancak otelinde oda tutup öyle kabul edilirsiniz. Üçü de krizin ortasında tıklım tıklım, üçü de kentin eğlence hayatının en tepesinde ama üçü de kendini köşe bucak saklıyor. Adreslerini bilmiyorsanız yerlerini bulmak bile çok zor. Diyelim buldunuz. Listede adınız yoksa bodyguardlar yüzünüze bakıp kapalıyız diyor.

Kate Moss’u şaşırtan yeraltı eğlencesi

THE BOX

Martin Scorsese’nin 1985 yapımı After Hours diye bir filmi var. Tanıştığı kızın peşinden gece vakti SoHo’ya giden ve New York’un yeraltı yaşamının ortasında kalıp tehlikeler atlatan bir adamın anlatıldığı bir film noir. Lower East Side’da gittiğim The Box’ta Scorsese’nin o filmi geldi aklıma.

Kapının önünde ellerinde telsiz, dikdörtgen şeklinde iki bodyguard duruyordu. Yazı filan hiçbir şey yok. Elimde adres olmasa oranın The Box olduğunu anlamam mümkün değil.

Saat geceyarısını biraz geçmiş. "Burası The Box mı" dedim. Kısa süreli ama tedirgin edici bir sessizlikten sonra biri, "Rezervasyon var mı" diye sordu sadece. Soruya soru. "Evet" dedim "var". Sonra öteki, adımı alıp telsizden teyit ettirdi ve "Girebilirsiniz" dedi.

Girebilirsiniz ama öyle hemen değil. Garaj kapısına benzeyen girişten geçince aynı seremoni bu sefer iki kızın durduğu iç kapıda yaşandı. Bara ulaştığımda Amerikan gümrüğü mü The Box’ın kapısı mı daha zor, onu düşünüyordum. Konteynerle ev eşyası getirttim Amerika’ya, bu kadar formalite olmadı.

İçeride ilk bakışta sizi şaşırtan hiçbir şey olmuyor. Üstte dekolte bluz, altta payetli şort giymiş garson kızlar ve onların arkasında koşturan Meksikalı komiler var. Salon kısmında da kendi halinde eğlenen masalar görüyorsunuz. Hikayenin sinematografik kısmı, saat 1.30’da salonun ucundaki perde açılınca başlıyor.

Saat 1’i geçince içerisi artık tıklım tıklım olmuştu. Geçen hafta Kate Moss New York Magazine’e bir akşam The Box’a gittiğini, şaşkınlık içinde kaldığını söylemiş. Ben sırf o röportaj yüzünden gitmiştim oraya, Kate Moss gibi birini nasıl şaşırtabilmişler diye, onlarca mankenin daha orada toplandığını görünce ilk şaşkınlığı yaşadım. Kentteki moda haftası biter bitmez bütün modeller kendini The Box’a atmıştı. Onun dışında sokakta yürürken rastlayabileceğiniz sıradan New Yorklular vardı. Fakat hemen herkes, belediye başkanının kapalı yerlerde sigarayı önledim diye kasım kasım kasıldığı kentte, salonun ortasında marihuana içiyordu.

Sahnedeki durumsa şöyleydi: Saçlarından şeytan boynuzu yapmış, vücudu dövme kaplı, beyaz elbiseli bir melez erkek, salondaki kalabalığa bağırıyor. "Burası Upper East Side değil. Gossip Girl eğlencesi beklemeyin. Burası Lower East Side" diyor. Sonra sahneye yarı çıplak akrobatlar çıkıyor ve tavandan sarkan tülün içinde alt alta üst üste dans ediyor.

İlk şov makul geçti. Hálá "muhallebi çocuğu" Gossip Girl’cülerin kaldırabileceği seviyede. Sahneye çırılçıplak çıkıp vücudunun içinden çıkardığı eşyaları giyen ters striptizci bile maküldu. Ancak sıra transseksüel dansçıya geldiğinde, "Burası Lower East Side" diyen sunucunun ne demek istediğini anladım.

Önce sahnede şişe parodisi yaptı. Soyundu ve şişenin üstüne oturdu. Ayağa kalktığında şişe bacaklarının arasında sallanıyordu. Sonra bir fahişeyi canlandırdığı skeçte erkek oyunculardan biriyle yatağa girdi. Aklınıza gelebilecek en sapkın sahnelerden sonra da ellerini bağladığı erkeğin kafasını kesti, dışkı bulaşmış vücudunu yaladı, giyindi ve çıktı.

Sabaha karşı 4’te çıktım The Box’tan. Eve giderken ise Scorsese aklıma geldi. 25 yıl önce çektiği filmi ve kentin yeraltı kültürünün nereden nereye geldiği. After Hours, o gece The Box’ta gördüklerimin yanında pazar sineması gibi kalıyordu.

Dedikoducu kızların büyüyünce gideceği yer

SOHO HOUSE

Burası bildiğiniz, steril bir kulüp eğlencesi sunuyor. İçkinizi alıp "nezih" bir kitleyle müziğinizi dinliyorsunuz.



The Box ne kadar yeraltı kültürüyse, SoHo House o kadar üst sınıf eğlencesi. The Box uyuşturucu kullananların daha çok olduğu Lower East Side’da, SoHo House köşesinde Apple mağazası olan Meatpacking’de. Biri After Hours ise öteki Sex and The City. Gossip Girl’lerin büyüdüklerinde New York’ta girmek isteyecekleri yer burası.

SoHo House aslında bir İngiliz kulübü. Önce İngiltere’de kuruluyor, 5 yıl önce New York’a geliyor. 7 katlı bir binaları var. Bir kısmı 24 odalı otel, bir kısmı kulüp.

İçeri girmek için iki yol var. Ya kulübe üye olan 4 bin kişiden biri sizi davet edecek ya da geceliği 500 dolara varan otelde oda kiralayacaksınız. Üyelik nasıl oluyor diyorsanız, sizi üye iki kişinin önermesi ve komitenin onaylaması lazım. Bir rivayete göre 3 bin kişi üyeliği onaylansın diye bekliyormuş ve fazladan para teklif ettikleri halde alınmıyorlarmış.

Üyeler, reklamcılar, sinemacılar, tiyatrocular ve yazar-çizerler. Küçük bir sinema salonları var, Tribeca Film Festivali başlamadan önce özel gösterimler yapıyorlar mesela. Ama kulübe gelenlere baktığınızda profil farklılaşıyor. Düşüyor, daha doğrusu. Aynı şey The Box’taki mankenler için de geçerli. Çoğu, New York’a moda haftası zamanı gelip Brooklyn’de aylığı 1000 dolardan oda kiralayan gençler bunlar ama kulüpteki hallerine baktığınızda her biri küçük birer Valentino gibi dolaşıyor. Amerikalıların "Fake it until you make it" diye bir lafı var. Becerinceye kadar becermiş gibi yap. Tam öyle.

Onun dışında SoHo House bildiğiniz, steril bir kulüp eğlencesi sunuyor size. İçkinizi alıp "nezih" bir kitleyle müziğinizi dinliyorsunuz. İçerideki o "nezih" insanlarla sadece merhabalaşmış bile olsanız "arkadaş" oluyorsunuz. Ve çıkarken, herkesin kabul edilmediği o "nezih" kitlenin bir ferdi olduğunuzu düşünüyorsunuz.

Yüzünüze bakıp kapalıyız diyorlar

BEA

Uzun hali The Beatrice Inn. Kentin klan halinde yaşayan elitlerinin West Village’daki gizli mabedi.

İki ortağı var. Biri DJ Paul Sevigny. Öteki eski bir fon yöneticisi olan Matt Abramcyk. Reklam yasak. Telefon numarasını kimseye vermiyorlar, web sayfasında adres dışında hiçbir bilgi yazmıyor. Kapıda iki siyah duruyor ama geçişi sağlamak için değil: İçeriden bangır bangır müzik sesi gelirken suratınıza bakıyor ve "Kapalıyız" demek için. Bea’nin kapısından girmenin zorluğu artık bir kıstas. "Bu yasayı geçirmek Bea’ye girmekten daha zor" diye bir cümle okudum gazetede.

İçeride Mickey Rourke’un bir köşede sigara içişini herkesin izlemesini istemiyorlar. Ya da Matt Dillon’un arkadaşlarıyla eğlenirken şöhret meraklısı birinin gelip tadını kaçırmasını. Ünlüler sırf bu nedenle penceresi olmayan, bodrum katında, 200 metrekarelik basık tavanlı izbe bir yere tıkılmayı göze alıyorlar. Kapıdaki Angelo’nun elinde duran liste dışında kimsenin içeri alınmadığından emin oldukları için. Zaten benim anlamadığım içeridekilerden çok dışarıdakiler. Bir sürü güzel kulüp varken niye illa Bea’ye girmek istiyorlar? Defalarca reddedilip kapıda aşağılandıkları halde...
Yazarın Tüm Yazıları