Nepal’de sihirli yaşam

Söylenceler, tanrılar, tanrıçalar, kutsal nehirler, yemyeşil tepeler, görkemli Himalayalar ile süslenmiş olan Katmandu Vadisi'nde neyin gerçek neyin düş olduğunu ayırt etmek oldukça zor.

Katmandu'daki ikinci günüme, biraz gecikerek başladım. Telefonun sesiyle gözümü açtığımda, saatin 08.00 olduğunu dehşetle gördüm. Resepsiyon görevlisi, lobide birisinin beni beklediğini söylüyordu. Bir telaş yataktan fırladım. Erken kalkacağımdan öylesine emindim ki, rehbere saat 07.30'da lobide olmasını söylemiştim. Cep telefonumun alarmını kurmayı bile aklıma getirmemiştim. Uyku sersemliğini üstümden atıp saat farkını hesaplayınca, Türkiye'de henüz 04.15 olduğunu gördüm. Vücudum zaman atlamasına alışamadığı için, hesaplarım tutmamış erken uyanamamıştım. Nepal Türkiye'den 3 saat 45 dakika daha ileriyi yaşıyordu. Bu küsurat yüzünden, gezim boyunca aradaki saat farkını hesaplamakta hep güçlük çektim. Önce yerel saatten 4 saat çıkarıyor, sonra ona 15 dakika ekleyerek Türkiye'deki zamanı buluyordum.

Beni bekleyen çelimsiz rehberime önce ‘‘nameste’ deyip, sonra gecikmeden dolayı özür diledim. O da tüm Uzakdoğulu insanların hoşgörüsünü taşıdığından, candan bir gülümseme ile önemli olmadığını söyledi. Arabaya bindik. Kentin dört kilometre doğusundaki Paşupanitah Tapınağı’na gideceğimizi söyledi. Ben ne tarafın doğu olduğunu kestirmeye çalışırken Saşi (rehberin adı) anlatmaya başladı.

Paşupanitah, Hindu inanışının en kutsal tapınak komplekslerinden biriydi. Çiçekten kolyeler satan kadın satıcıların önünden geçip, damı altın kaplı tapınağın önüne geldik. İçeri Hindu olmayanlar alınmadığı için kapıdan bakmakla yetindim. İçeriye deri sokmak yasaktı. Onun için ayakkabı, kemer, çanta, cüzdan gibi deriden yapılmış eşyalarla girilemiyordu.

Tapınaktan çıkanlar, nehrin kıyısına gelip, suya pirinç serpiyor, çiçek atıyor, süt döküyorlardı. Biraz ötemde, yarı beline kadar soyunmuş bir kadın suyun içine oturup kalkıyordu. Nehre girmiş bir başka gurup, avuçlarına aldıkları suyu, baş hizasına kadar kaldırıp tekrar nehre bırakıyorlardı.

Tam karşımdaki sette iki ölü yakılıyordu. Yakılma sırasını bekleyen diğer bir ölünün ise ayakları ve yüzü, nehrin kutsal suyuyla yıkanıyordu. Bir takım insanlar odunları dürtükleyip, ateşin canlanması için uğraşıyorlardı.

AYRICALIKLI MAYMUNLAR

Karşı tepedeki mağaralarda, dünyadan elini eteğini çekmiş Hindu din adamları yaşıyordu. Gönüllüler onlara yiyecek getiriyor, mağaralarını temizliyorlardı. Çevremde dolaşan kırmızı kıçlı maymunlar, çalacak yiyecek arıyorlardı.

Benliğimi sarsan görüntüler öylesine zengindi ki, tümünü belleğime kazımakta zorluk çekiyordum. Gördüklerimi unutmak korkusuna kapılmıştım. Fotoğraf makinasını gözümden ayırmadan, tüm görüntüleri filimin üstünde dondurmak gayretindeydim. Bir yandan da rehberimi dinliyordum. Saşi anlamakta zorlandığım aksanı ile bana İndra'yı, Krişna'yı, Rudra-Şiva'yı, onların farklı bedenlere dönüşümlerini, sahip oldukları güçleri ve sonsuza dek yinelenen doğuş ve batışlarını, erkek ve kadın cinsel organlarından oluşan heykellerin ne anlam taşıdığını anlatıyordu.

Arabaya doğru giderken, kutsal Bagmati nehrine baktım. Bir yandan ona emanet edilen günahları, bir yandan da küle dönüşmüş ruhları yüklenmiş, sorumluluğunun bilincinde yavaş yavaş akıp gidiyordu. Katmandu'dan çıkıp, Himalayalar'ın en güzel göründüğü Nagarkot'a doğru yola koyulduk. Yolda dehşet verici bir trafik vardı. Arabaları sıyırıp geçen motosikletler, birbirini sollarken burun buruna gelen arabalar, yolu ortalayıp giden dünyanın en süslü kamyonları, kulakları tırmalayan klakson sesleri...

Kentten uzaklaştıkça görüntü yeşile boyandı. Buram buram verimlilik kokan yama yama teras tarlalar, zirvelere kadar uzanıyordu. Okaliptüs ağaçları, dev bambu ormanları, uzaktan kendini gösteren Himalayalar, renkli giysileri içinde çapa sallayan kadınlar arabanın penceresinden kayıp gidiyordu.

Önce yol üstündeki Banape kentine saptık. Kısa bir duraklama olacaktı. Rehberimi de yanıma alıp, vakit geçirmeden dar sokaklardaki yaşam manzalarının peşine düştüm. Zirvedeki tapınaktan kenti seyrettim. Kiremit kaplı damların estetiğine hayran kaldım. Sonra, güneşin bile girmekte zorlandığı daracık sokaklarda, çeşme başlarında yıkanan, bulaşık yıkayan kadınların en güzel pozlarını yakalamaya çalıştım. Nepal evlerinde banyo, tuvalet ve mutfak olmadığı için, çeşme başlarının önemli buluşma noktaları olduğunu öğrendim. Objektifimi sonra, camsız pencerelerden etrafı seyreden çocuklara, buğdayları savuran kadınlara, sokak kerevetlerine oturup sohbet eden insanlara çevirdim. Saşi, bu kerevetlere ülkenin her sokağında rastlandığını, buraların hamalların yüklerini koyup dinlenmeleri için yapıldığını anlattı. Kerevetler bizim kahve işlevini görüyordu. Mahalleli burada bir araya gelip, dertleşiyorlardı.

Nagarkot'a tırmanan yolun başında bir kulübe vardı ve yolun girişi kalınca bir bambu ile kapatılmıştı. Rehberim kulübeye gitti. Para verip bilet aldı ve görevli engeli kaldırdı. Sordum; paralı bir yola girdiğimizi öğrendim. Ama diğer yollardan bir farklılığını göremedim. İki arabanın yanyana geçmekte zorlanacağı darlıkta bir ’otoyol’du. Tırmana tırmana, manzaraya şaşıra şaşıra, Katmandu Vadisi'nin puslu görüntüsünü seyrede seyrede zirvedeki otele vardım.

İŞTE YÜCE EVEREST

Himalayalar’ın muhteşem zirveleri önce uzun bir süre seyrettim. Ebedi karlardan yansıyan ışık gözümü aldı. Karşımda dünyadışı bir manzara vardı. Himalayalar yeryüzünün alışageldik görüntülerinden uzak bir görünüm sunuyorlardı. Dünyanın en yüksek dağlarını çıplak gözle görmenin ayrıcalığı ile gururlandım. Fotoğraf makinelerimi çekim için hazırlarken, rehberim birisi ile çıka geldi. Otelin müdürüymüş. Elinde Himalayaların panaromik bir görüntüsü vardı. Bulunduğum noktadan Langton Himal'den Gavri Şankar'a ve Güney Annapurnalara kadar tüm önemli zirveleri görmenin mümkün olduğunu anlattı. Sonra, uzaklarda bir zirveyi gösterip, ‘işte Everest’ dedi. Sustum ve büyülenmiş şekilde o görüntüye takılıp kaldım.

Himalayalara, uzaklardaki Everest'in zirvesine baktıkça iç dünyamın resmini görüyordum sanki... Bu yüce dağlar çok uzaklardaydı ama, oradan kopup gelen soğuk, sert rüzgarın içime işlediğini hissediyordum. Boğuk, vınlayan, soğuk dağ rüzgarı, teraslardaki sarı çiçekleri dalgalandırıyordu. Olağanüstü bir ışık vardı ve dağlar sarı dalgalı bir denize benziyordu. Himalayalar, kirli sarı, mavi, beyaz bulutlarla çevrilmişti. Koca kartallar, kanat çırpmadan süzülüp duruyorlardı. Birden kartal olmayı istedim. Tanrılar mutlaka o zirvelerde oturuyordu ve görüntü cenneti andırıyordu. Himalayalar abartılı varlıklarıyla çevrelerindekileri de abartmaya zorluyorlardı. Burada en büyük düş gücünün bile, çok küçük kalacağını düşündüm.

Batan güneş zirveleri önce pembeye, sonra kırmızıya boyadı. Sonra mavimsi bir alacakaranlık bastı. Yüce dağlar sonsuz huzur ve sessizliğe daldı. Otelin müdüründen bir bardak şarap istedim. Saşi'ye bir şey anlatmamasını tembihledim. Bir süreliğine o muhteşem görüntünün karşısında, bedenimden sıyrılıp çıktım. Bir kartal gibi dağ rüzgarlarına binip, zirvelere doğru süzüldüm.

Katmandu Vadisi'ndeki gezime haftaya da devam edeceğim.

NEPAL'DE YEMEK

Nepallilerin yemek yeme alışkanlığı içinde kahvaltı yer almıyor. Kahvaltı bir bardak çay ile geçiştiriliyor. Öğle yemeği saat 10.00 civarında yeniyor. Akşam yemeği için ise güneş batmadan sofraya oturuluyor. Mercimek, pirinç ve baharatlı sebze ile yapılan ‘Daal Baat Tarkari’ Nepallilerin tek yemeği. Her öğünde bu yemek yeniyor. Arada bir Baat'ın yanında, yağda kızartıldıktan sonra yoğurtla marine edilen baharatlı et (Maasu) yeniyor. Baat iki gözlü kaplarda servis ediliyor. Bir göze konan mercimekli pirinç, elle topak haline getirilip yeniyor. İkinci göze konan yemeği yemek için de parmaklar kullanılıyor. Nevari mutfağı ise oldukça karmaşık ama çok lezzetli. En sevilen Nevari yemeklerinin başında, Yak etiyle doldurulmuş hamur topaklarından oluşan Momoşa geliyor. Palula denen zencefil soslu biftek de, sevilen yemeklerin başında yer alıyor. Nepal restoranlarında ayrıca Hint yemeklerini de bulmak olası. Tanduri adı verilen baharatlı tavuk eti, Çapati ve Nan denen ekmekler en favorilerin başında geliyor. Nepal'e gitmişken Tibet yemeklerinin tadına bakmadan dönmek olmaz. Momo en rağbet edilen Tibet yemeği. Momo, et, sebze ile yapılmış bir tür mantı. Kızartılmış Momo'ya ise Kote deniyor. Ev yapımı erişte, sebze ve et suyu ile pişirilen ve Tukpa adı verilen çorbaların tadı ise enfes. Tüm bu yemeklerin yanında, tencere kapağı şeklindeki Tibet ekmeğini ihmal etmemek gerek. Eğer yerel tatlarla aranız iyi değilse, Katmandu'da Batı mutfaklarından da örnekler bulabilirsiniz. Ama ben, büyükçe bir restorana gidip Nepal yemeklerinin tadına bakmanızı öneririm. Damağınızın, hiç bilmediğiniz enfes tatlarla tanışacağından emin olabilirsiniz. Bir de Nepal'de açık su içmemeniz konusunda sizi uyarmak isterim. Mutlaka kapalı su için ve şişenin kapağını siz açın.
Yazarın Tüm Yazıları