Miras kavgam

Geçen pazar bahsettiğim gibi, hayatımdaki tek mülkiyet ihtirasını oluşturan ve tahmini sayısı beş-altı bin civarındaki kitaplarım çocuklarımı ne derece ilgilendirir ki? Geçtim üç lisandan ve üç binlerden felsefe, ilahiyat, psikanaliz, dilbilim, sosyoloji, mimari, siyaset bilim kitaplarımı, edebiyat zevklerim dahi onları ne ölçüde cezbeder ki?

Evlatcağızlarıma Karun serveti bir miras bırakacak değilim. Belki o vakte kadar bir mucize gerçekleşir ama, boş umutlara kapılmanın álemi yok!

Hele hele, artık yavaştan yavaşa "bir ayağı çukurda" denilen yaşa yaklaşırken, böylesine havai hayal peşinde koşmanın hiç mi hiç anlamı yok!

Bu zamandan sonra olsa olsa, asla almadığım Milli Piyango’ya bel bağlayabilirim.

Her neyse de, Allah hepimize geçinden versin ama eninde sonuna bu iş olacak.

Dolayısıyla, henüz vasiyet falan yazmadıysam bile, ben öldükten sonra çocuklarımın hangi mirasa "konacağına" (!) dair az biraz düşündüm.

Eh, varım yoğum ortada olduğuna göre de ancak iki şey bırakabilirim.

Bir; Rabb’ım yazdıysa bozsun, eğer hastalık, ihtiyarlık, felaket derken onu da satmak zorunda kalmadığım takdirde, şu an başımı soktuğum apartman dairesini bölüşecekler.

Ve de bilhassa iki; kütüphanemi paylaşacaklar!

Fakaat, gerçekten paylaşırlar mı dersiniz? Bilemiyorum! Hiç mi hiç bilemiyorum!

Çünkü, geçen pazar bahsettiğim gibi, hayatımdaki tek mülkiyet ihtirasını oluşturan ve tahmini sayısı beş-altı bin civarındaki o kitaplar çocuklarımı ne derece ilgilendirir ki?

Bütün bir "Sicil-i Osmani" ciltleri; ilk nüshasından son nüshasına dek "Yeni Dergi" koleksiyonu; kütüphanenin "cezalı raflarında" (!) duruyor olsa dahi yine de önemleri var, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Troçki’nin, Stalin’in, Mao’nun ve diğer bilûmum "cinnet yılları" şarlatanlarının tam teçhizat Fransızca baskıları; artı, babamdan bana miras "Kerim Sadi" ya da "Orak Çekiç" külliyatları, bunlar çocuklarıma ne der ki?

Geçtim üç lisandan ve üç binlerden felsefe, ilahiyat, psikanaliz, dilbilim, sosyoloji, mimari, siyaset bilim kitaplarımı, edebiyat zevklerim dahi onları ne ölçüde cezbeder ki?

Yahut, "L" harfinden sonrası eksik "Kámus-i Türki"lerimi; gizliden ayar "İstiklál Harbi Hátırat"larımı; sonra, cilt cilt "Son Sadrazamlar"ımı, "Yalan Söyleyen Tarih Utansın"larımı, "Muhammediye"lerimi, "Risále-i Nûr"larımı, acaba açan çıkar mı ki?

SENARYOYU KURDUM

Doğrusu, "sanmıyorum" dememek için, yine "bilemiyorum" diye yuvarlayacağım.

Fakat yine de senaryoyu az biraz kurabiliyorum.

İşte öldüm ve bendenizi önce soğuk taşa, ardından dikdörtgen çukura koydular.

Helvamı dağıttılar. Kırkında mevlidimi okuttular ve afiyet olsun, şekerimi de tattılar.

Sonra, her biri dünyanın dört bucağında dört kardeş birbirlerine mail ve telefon, "Artık şu işleri bir halledelim" diyerek, nihayet ortak bir gün belirleyebildiler.

Şurdan burdan geldiler ve yine kardeş kardeş, artık bensiz kalan evceğizime toplandılar.

Hálá canlı duran "hatıram"dan (!) dolayı da gözler hafiften yaşlıdır. Mahzundurlar.

Hatta belki de, "babacık pek severdi" diyerek, CD’lerimin arasından ya Stravinski’nin "Bahar Áyini"ni; ya Ûdi Hrant’ın "Hicáz Taksimi"ni ya da Miles Davis’in "Kind of Blues"ini seçip müzik olarak koydular.

Mutfakta kendilerine kahve pişirmeye de çalıştılar ama, espresso makinesindeki arızánın zamazingosunu benden başka hiç kimse bilmediği için beceremediler.

Dolayısıyla, bar niyetine kullandığım satranç masasının altına uzandılar. Uzandılar ve de ne görsünler! Boy boy, şişe şişe, marka marka, halis İskoç ve İrlanda viskilerime dayanamadılar.

Benim kuzucuklarda hoşafın yağı kesildi ve fi tarihinde Prag’lardan taşıdığım ve kırıla kırıla bir hal olan o cánım kadehlerden eğer hálá dört tane kalmışsa, işte onları doldurdular.

En az kırk gündür hiç açılmadığı için buzdolabının koku yapmış olduğunu sanarak da, oradan buz almak istemediler.

Enáyiler, Abdi Bey’in aptes suyu viskiye tálim etmek zorunda kaldılar.

Peder beylerinin paraya kıyıp bu herzenin otomatik temizleyicili cinsinden almış olduğunu unuttukları için, oh olsun!

BU KADAR KİTABI NE HALT EDECEĞİZ

Sonra, "babacığımızın ruhuna" diye tokuşturup ilk yudumu tattıklarında, "Doğrusu, rahmetli damağının tadını pek bilirdi" demekten de kendilerini alamadılar.

Fakat içlerinden en densizi, "Bilirdi bilirdi ama, biraz fazla bilirdi. Yoksa bu kadar erken yolcu etmezdik" lafını yumurtladı.

İkincisi, "Yok canım, son zamanlarda dudağına bile sürmez olmuştu" diye atıldı. Üçüncüsü ve dördüncüsü ise, "Allah taksiratını affetsin. İstediği gibi hızlı yaşadı, hızlı öldü" diyerek ortayolcu bir tutum takınmayı benimsedi.

Eminim ki, Allah’a bin şükür, evlátlarımın hepsi tok gözlü yetiştirilmiş olduğundan ve de zaten bütün "miras" (!) altı üstü iki odalı bir apartman dairesine tekábül ettiğinden, "mülk" (!) konusunda en ufak bir anlaşmazlık çıkmayacaktır.

"İşi noterin önünde de hemen halledelim" diyerek tekrar öpüşeceklerdir.

Kabul, "Şu kravat bende anı kalsın"; "O köstekli saat bana hatıra olsun"; "Yazıhaneyi sen alıyorsan, ben de gravürü alayım" gibisinden küçük çekişmeler belki vûku bulabilir, fakat bunları tabii ki saymıyorum.

Her neyse, işte ya daireyi satıp parasını bölüşecekler yahut da kiraya verecekler ama, her halükárda ve eninde sonunda şu kaçınılmaz soru dayatacak: "Pekiii, kütüphaneyi n’apacağız?"

Hatta belki de, söz konusu soru angarya çağrıştıran bir içerikle dışa vurulacak: Örneğin, "Pekiii, bu kadar kitabı şimdi ne halt edeceğiz?" diyeceklerdir.

Sizi gidi kıymet bilmezler! Sizi gidi müflisler! Sizi gidi şımarıklar!

Henüz taşa yatmadan ve çukura uzanmadan ne halt edeceğinizi size gelecek pazar öğreteceğim ki, elinizin körü!
Yazarın Tüm Yazıları