Hadi Uluengin

İslam ve bir katliamın anatomisi

24 Mart 2012
FRANSA’daki son katliam bizim evde haniyse “aile faciası”na (!) yol açıyordu.

Çünkü refakatçim ve ben kablo vasıtasıyla bu ülke televizyonunu da izliyoruz.
İşte on gün var ki aynı kanal söz konusu ülkede üç askerin öldürüldüğü haberini verdi.
Ben derhal, “katil Mağribi Arap ve İslamcı fanatik çıkmazsa elimi keserim” dedim.
Vay sen misin bunu söyleyen! “Siyaseten doğrucu” ya, bizimkisi küplere bindi.
Burnundan soluyor! Ne müzmin ırkçılığımı, ne de şarlatan müneccimliğimi bıraktı.
Tezime karşı-argüman olarak da Montauban şehrindeki kışla kapısında vurulan Fransız üniformalı neferlerin yine Kuzey Afrika kökenli Müslümanlar olmasını getirdi.
“Daha iyi, Afganistan’da ‘düşman’ (!) hizmetine girdikleri için tam hedef oluşturuyorlar” diye ekledim ve tatsızlığı önlemek için de dışarı çıkıp Taksim’de volta attım.

SONRA pazartesi, bu defa Toulouse kentinde bir Yahudi okuluna saldırıldığı ve üç minicik çocukla, bir de öğretmenin yine vahşice ve yakın plandan öldürüldükleri haberi geldi.

Yazının Devamını Oku

Bismarck’a, İHL’lere ve eğitime dair

17 Mart 2012
ŞU yeni eğitim yasasına ilişkin kavgalar beni yüz, hatta yüzelli sene öncesine götürdü.

Çünkü Prusya şansölyesi Bismarck 1871 yılında Alman İmparatorluğunu kurduğu an Katolik okullara da balta indirmişti. Ders veren Cizvit eğitimcileri bile yaka paça sınırdışı etti.
Ve Cermen tarihinde “Kulturkampf” olarak anılan bu gelişme bir istisna oluşturmadı.

***

OTUZ-kırk yıl sonra, zaten “laikçilik”in anavatanı olan 20. asır başı Fransa’sında da “papaz yiyici” lakabıyla bilinen Başbakan Emile Combes yine aynı okullara balyoz vurdu. 
Fakat Katoliklik daha derin kök saldığı için Almanya’dan fazla bir direniş gerçekleşti.
“Okul savaşı” denilen döneme girildi ve orta yol formülü bulunana dek de sürdü.
Aslına bakarsanız da Belçika’dan İsviçre’ye hemen tüm Batı bu ortak süreci yaşadı.

Yazının Devamını Oku

Suriye: Sakal, bıyık ve ahlak

10 Mart 2012
ŞAM rejimi hesabına 5. Kol olarak çalışan “ulusalcı–Maocu” kesim istediği kadar inkârcılığa ve dezenformasyona yeltensin, Suriye’de dehşet bir insanlık tragedyası yaşanıyor

Esad ve avenesinin kendi halkına karşı yürüttüğü katliam hâlâ ve hiç aralıksız sürüyor
Topçu salvosu altındaki Deraa’dan, Humus’dan, Hama’dan, İdlib’ten gelen feryatlar her geçen gün daha çok yükseliyor ve kurban sayısı yine her geçen gün daha çok tırmanıyor.

NİTEKİM bizzat BM rakamlarına göre bu ülkede ölenlerin sayısı sekiz bine ulaşmış.
İşkenceye yatırılanların, zindana atılanların, evini barkını yitirenlerin, şuraya buraya mülteci olanların ise haddi hesabı yok! Çetelesi tutulamıyor. 
Ve şüphesiz, Türkiye dahil uluslararası camianın yukarıdaki durum karşısındaki çaresizliği eski Yugoslavya’da yirmi yıl önce vuku bulmuş korkunç gelişmeleri akla getiriyor.
Malum, Sırp kasap Miloseviç Boşnaklara karşı kıyam başlattığında aynı uluslararası camia alargadan almış ve ancak bıçak kemiğe dayandıktan sonra müdahaleye karar vermişti.
İşte bugün de Beşar Esad’a karşı sürdürülen hareketsizlik o süreci hatırlatıyor.

Yazının Devamını Oku

Oyun bitti!

3 Mart 2012
HANİ ben yalancıydım? Hani ihbarcılık yapıyordum? Hani sansürü kışkırtıyordum?

Kendisini solcu-ulusalcı diye pazarlayan ve münevveran faaliyette subaşını tutan koro kâh bildiriyle, kâh gazeteyle, kâh da ekranla bir hafta boyunca bana karşı bu rezil iftiraları attı
Suçum “Zaman”da Fikret Ertan’dan ve “Sabah”ta Engin Ardıç’tan sonra benim de burada “Rosenberg’ler Ölmemeli” piyesinin İBB Tiyatroları’nda oynanmasını eleştirmem!

DEMİŞTİM ki, cahil fütursuzluğunun kol gezdiği Türkiye’de değil ama “her makûl ülkede” böylesine bir maskaralık devasa sanat skandalına dönüşürdü. Çünkü ekledim:
1953 yılında casus suçlamasıyla ABD’de infaz edilen ve komünistlerin fi tarihinde masumiyet kıyameti koparttığı o Rosenberg çiftinin Sovyet ajanı olduğu çoktan kesinleşti.
Zaten bundan ötürüdür ki, yukarıdaki oyunu 1968 yılında yazmış olan Fransız tarihçi Decaux faka bastığını itiraf ederek özeleştiri yaptı. Bilhassa da bizzat kendi piyesini yasakladı
Dolayısıyla İstanbul’daki gösteri hem çok vahim bir imza gaspıdır, hem de atmış yıl önceki dezenformasyon abidesinin yurttaş vergileriyle o yurttaşa gerçek diye yutturulmasıdır!
İşte bunları söylediğim için adımı yalancıya, ihbarcıya, sansürcüye çıkartmak istediler.

OYSA şimdi sıkı durun! Tiyatro idaresi geçen hafta şu resmi açıklamayı yaptı.

Yazının Devamını Oku

Bahar saflaşması

25 Şubat 2012
ARAP Baharı Türkiye’de de turnusol kağıdı işlevi gördü. Saflar burada da netleşti.

Nitekim son bir buçuk - iki yılın gazete arşivlerine şöyle alıcı gözüyle bakın!
Şunu göreceksiniz: Kim ki çok genel anlamda demokrasi ve sivillik eksenine yakın duruyor, onlar daha Tunus bahçelerinden itibaren ilk gazap çiçeklerini nefes nefes kokladılar.
Yani birazdan tüm Mağrip ve Maşrık’ı saracak olan isyanları manen desteklediler.
Oysa henüz yeni başlamış bilek güreşlerini kimin kazanacağı bilinmiyordu.
Hatta polis devleti lökleşmiş iktidarların galebe çalması ihtimali daha ağır basıyordu.
Fakat bu çok ciddi yenilgi rizikosuna rağmen Türkiye’deki demokrasi ve sivillik yandaşları hiç kem küm etmeden Arabî devrimlerle dayanışma sergilediler.
Despotlara, diktatörlere, oligarşilere, zalimlere karşı derhal ve tavizsiz tavır almak etik tutum olarak bellediler ki tersi bir yaklaşım veya suskunluk ahlâki değerlere ihanet olurdu.  

Yazının Devamını Oku

Rosenberg’ler gerçeği

18 Şubat 2012
İBB Şehir Tiyatroları bu sezon “Rosenberg’ler Ölmemeli” oyununu sahneliyor.

Anonsu radyoda duyduğumda inanmamıştım. Şaka sandımdı. Meğer değilmiş!

Evet evet, yurttaş vergileriyle finanse edilen bir belediye kurumu ipliği çoktan pazara çıkmış bir dezenformasyon abidesini bugün hâlâ “gerçek” diye yutturmaya çalışıyor. Pes!

Böylesine bir cüretkârlık her makul ülkede devasa bir sanat skandalına dönüşürdü.

Ama burası Türkiye! Nitekim izlediğim kadarıyla “Sabah”ta Engin Ardıç, “Zaman”da da Fikret Ertan hariç tek bir Allah’ın kulu “bu ne maskaralıktır” diye soru sormadı.

Yazının Devamını Oku

Dindar gençlik meselesi

11 Şubat 2012
İNANÇTA agnostik, siyasette liberal olsam dahi şunu dürüstçe saptamak zorundayım: Başbakan “dindar bir nesil yetiştirmek istiyoruz” derken kendi açısından tutarlıdır! Ancak hemen dikkat, “kendi açısından” diye bilhassa vurguluyorum.
Zaten de sözlerini “muhafazakâr demokrat bir partinin her halde ateist kuşak yetiştirmesi beklenemezdi” diye tamamladığı andan itibaren akan sular durmuştur.

ÖYLE, zira ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Budist olsun yukarıdaki politik etiketi taşıyan hemen bütün kurum ve liderler yine hep yukarıdaki amaca yakın dururlar.
Nitekim şöyle alıcı gözüyle bakalım: Sınıflara haç asılan bir Alman Bavyera’sında; sabahları İncil okunan bir ABD Middle West’inde veya gençlik kamplarında sutra ezberlenen bir Hint Guejarat’ında muhafazakâr siyasiler aşağı yukarı Erdoğan’la ortak diskur tekrarlarlar
Tümünün gönlünde aynı aslan yatar. Punduna getirirlerse de teoriyi pratiğe geçirirler.
Çünkü toplum mühendisliği yalnız pozitivist ideolojilerin tekelinde değildir!

DEĞİLDİR, zira her din mutlaka metafiziğin ötesine taşar. Sosyal vektör oluşturur.
Zaten muhafazakârlığı ilk teorize eden Vico’lar, Herder’ler, Maistre’ler de “imanlı nesil” hedefini en başa koymuşlardır. Laik okul - İsevi okul ikilemi Batı’da hâlâ çıbanbaşıdır.
Üstelik seküler eksen seçen, hatta ilâhi inançları reddeden yönetim, akım ve şahıslar dahi söz konusu “dindar kuşak yetiştirmek” projesini pragmatik açıdan sahiplenebilirler.
Meselâ Fransa aşırı sağının ve özünde faşizmin de atası olan Charles Maurras keskin ateizmine rağmen milli kimliği Katoliklikle özdeşleştirdiği için kilise eğitimini savunmuştur.
Yahut İskoç viskinin âlâsını elinden düşürmeyen Muhammed Ali Cinnah Pakistan’ı Hindistan’dan ayırırken Kur’ânî tedrisat gerekçesini kullanmıştır.
Bizde ise yine su katılmamış ateist, üstelik alenen ırkçı olduğunu beyan eden Doktor Rıza Nur hem Hilafet’in ilgasına karşı çıkmış, hem de okullarda din dersi istemiştir.
Artı, 12 Eylül generallerinin aynı dersi zorunlu kılması apoletlilerin sofuluğun değil tornada “yüksek maneviyatlı itaatkâr gençlik” yontmak hezeyanından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla tüm bunlar değerlendirildiğinde, muhafazakâr demokratlığı zaten “İslami hassasiyet”le donanmış Başbakan’ın “dindar nesil” özleminde yadırganacak bir şey yoktur.

AMENNÂ da yukarıdaki olguları soğuk ve mesafeli biçimde saptamak bu satırlar yazarının da söz konusu tasavvuru onayladığı anlamına gelmiyor ve gelemez. Daha neler!
Yoksa muhafazakârlıkla liberallik arasında fark kalmaz ve biri diğerine iltihak ederdi.
Oysa liberaller laik veya dini her türlü mühendisliği reddederler. Müdahalenin özgür irade ve tercihe tırpan attığını bildiklerinden sadece ve sadece “hür nesil” yetiştirmek isterler.
Bununla, tabii ki esas manevi parametre durumundaki o din en başta, düşünce ve inanç alternatiflerinin tümünü sunan ama seçimi bireye bırakan tarafsız bir eğitimi kastediyorum.
Üstelik dindarlık tarifi çok elâstiki olduğundan ve yelpaze mütedeyyinlikten yobazlığa uzanan bir skalaya dağıldığından böylesine bir muğlaklık Taliban cinnetine bile götürebilir.

İMDİİ, bu ikinci tabloya rağmen “dindar nesil” ancak bir özlemin tezahürüdür.
Oysa temenniler bir şeydir, gerçekler başka şeydir. Aralarında bazen Kaf Dağı vardır.
Artı, bin şükür, AKP ve genel siyasi İslam da dâhil laik refleks ve duyarlılık Türkiye’ de diğer hiçbir Müslüman ülkede olmadığı ölçüde topluma ve kurumlara kök salmıştır.
Dolayısıyla bugünkü yegâne “tedbir” (!), tabii ki antenler teyakkuzda, teorinin pratiğe ve kuvvenin fiile nasıl ve ne ölçüde geçirilmek istenip istenmeyeceğini gözetlemek olabilir.
Kesin ve aşılamaz kırmızıçizgi seküler eğitimin ve hayat tarzının dokunulmazlığıdır!
Bunlardan asla taviz verilemez ama şu an için de bir bardak suda fırtına kopartılamaz.
Yazının Devamını Oku

Gençliğe hitabe mi, olgunluğa hitabe mi?

4 Şubat 2012
ŞU “Gençliğe Hitabe” tartışmasına daha geniş ve daha mesafeli bir açıdan bakalım.

HAYAT akıyor. Dolayısıyla hiçbir şey kendi ortamından soyutlanarak açıklanamaz.
Ve yukarıdaki ilke bilhassa siyasi ve sosyal gelişmeler için geçerlidir.
Şöyle ifade edelim: Geçmişteki olaylar o dönem hüküm süren “zamanın ruhu”ndan ve o coğrafyaya damga vuran mekânın bütünlüğünden arındırılarak değerlendirilemez!

***

NİTEKİM birinci olarak, şayet şu an benimsediğimiz kıstas ve değerlerle maziyi kesinkes mahkûm edersek anakronik denilen türden gerçeklik ötesi bir tahlil yapmış oluruz.
Tarihin bazı olay ve aktörlerini haksız yere suçlarız. Hatta öç almak ihtirasına kapılırız
Fakat derhal ikinci olarak, zıt tavrı benimsersek daha da vahim mecralara sürükleniriz.

Yazının Devamını Oku