LV davet dediğin böyle olur dedirtti

Louis Vuitton’ın Bağdat Caddesi’ndeki açılışına katılamadım ama açılış şerefine verdikleri özel bir öğlen yemeğine katıldım. Tarihi Kuleli Köşk’teki şık yemek o kadar zevkle ve özenle hazırlanmıştı ki, katılanlara “davet dediğin böyle olur” dedirtti

Bir Louis Vuitton yazısı var sırada demiştim geçen hafta...
Nereden başlasam, nasıl anlatsam türünden bir yazı.
Korkunun ecele faydası yok, o zaman bir ucundan tutalım, yazmaya başlayalım.
Marka biliyorsunuz, Bağdat Caddesi üzerindeki mağazasını yenilediğinde kapısını öyle bir davetle açtı ki, deyim yerindeyse yer yerinden oynadı.
İstanbul’un kalburüstü isimleri, Louis Vuitton’un kıdemli müşterileri, yazılı ve görsel basın akın akın Bağdat Caddesi’ndeki açılışa gitti. Yazılar yazıldı, resimler basıldı. Louis Vuitton adı bir kez daha, ‘lüks dediğin budur işte’ şiarı eşliğinde belleklere kazındı.
Ben gidemedim. O yüzden anlatanların yalancısıyım. Gerçekten havalı, gerçekten şaşaalı, gerçekten “helal olsun” dedirten bir davetmiş, öyle söylediler.
Söz konusu o davet akşam saatlerindeydi.
Öğle saatlerindeyse Suadiye’nin ara sokaklarından birinde, yirmi beş kişilik başka bir davet verdi Louis Vuitton. Bir öğle yemeği. İşte ben ona gittim./images/100/0x0/55eb5bb5f018fbb8f8bc01d8
Geçen haftaki yazımda “lüks marka sadece lüks ürün üretmekle kalmaz, o ürünü çevreleyen efsaneyi de yaratır” derken kastettiğim de oydu zaten...

İNCE DÜŞÜNÜLMÜŞ BİR DAVET

Vuittoncular; Paris’ten bu açılış için gelen anlı şanlı Yves Carcelle ile Türk basınını bir araya getirecekleri bu yemek için belli ki uzun uzun düşünmüş, verecekleri davetin markanın şanına yakışması için epey uğraşmışlar. İşin kolayına kaçıp İstanbul’un herhangi bir lüks lokantasını seçmek yerine, gidip Suadiye’nin ara sokaklarından birinde bir zamanlar sayfiye denince akla düşen, şimdiyse kendisi gibi onarılıp korunan bir-iki örnek dışında yerinde yeller esen o harika köşklerden birini seçmişler: Kuleli Köşk.
Kuleli Köşk çok yakın bir tarihte yenilendiği belli, çevresindeki asık yüzlü binaların arasında pırıl pırıl parlayan ancak henüz kullanımda olmayan boş bir köşk. Ağanın eli tutulur mu, tutulmaz. Buna da hemen bir çare bulunmuş ve markanın Etkinlikler Sanat Direktörü Flemming Fallesen Paris’ten gelerek köşkün içini 18. yüzyıl mobilyalarıyla döşemiş. Girişte yuvarlak bir masa ve Vuitton’un özel koleksiyonundan getirildiği belli eski sandıklar var.

HER ŞEY TADINDA VE DOZUNDA

Sağlı sollu iki salona iki uzun masa kurulmuş. Tabak olarak İznik çinileri kullanılmış, çiçek olarak bir dönem bütün bu köşklerin bahçelerini süsleyen ortanca seçilmiş. Mönüyü Türk damak tadını iyi bilen Carlo Bernardini ile sevgili Aydın Usta (Demir) yapmış: Giriş olarak pazı yaprağında zeytinyağlı enginar dolması, kağıtta deniz levreği, ballı muradiye ve tatlı olarak da sakızlı dondurma eşliğinde güllü baklava.
Şarapsa her yemeğe farklı bir Corvus olmak üzere; 2006 Vasilaki Çavuş beyaz, gene 2006 kırmızı Cabarnet Sauvignon ve benim için İtalyan tatlı şaraplarına bile pabucunu ters giydiren 2005 Corvus Passito.
Hepsi nasıl leziz, nasıl her şey tadında ve dozunda anlatamam.
Yenildi, içildi, sohbet edildi.
Ve eminim iki saatlik o yemek, katılan herkese “davet dediğin böyle olur” dedirtti...

KİŞİSEL BİR YOLCULUK HİKAYESİ

Louis Vuitton ve yolculuk birbirinden ayrılmaz bir ikili. Uzun süredir modanın hemen her dalına el atmış olsa da, bilindiği gibi özünde bir bavul markası. Transatlantiklerle okyanusların aşıldığı, Orient Express’in en gözde ulaşım aracı olduğu, gidilen her neresiyse uzun süre kalınan, o yüzden de yolcuların yanlarında neredeyse koca bir gardırob götürdükleri günlerde ürettiği sandıklarla ünlenmiş bir marka.
Bu nedenle en son kampanyalarında Türkiye’den farklı kadınlara “Sizin için yolculuk nedir?” diye sormuşlar.
“Bana sorulsa nasıl yanıtlardım acaba?” diye düşünmedim değil.
LV dendiğinde aklıma moda ve yolculuk geliyor, derdim herhalde. Moda ve yolculuk dendiğindeyse özgürlük. Nedeni modanın da yolculuğun da ancak özgür insanın hayatındaki kavramlar olması. Totaliter ülkelere baksanıza... Özgürlükten hoşlanmazlar. İşe her ikisini de yasaklayarak başlarlar.
Benim kişisel LV hikayeme gelince...
Yıl 1975, Paris’teyiz. Öğrenciyiz. Ve aşık yolu gözler gibi Türkiye’den gelecek paralarımızı bekliyoruz. Kimi ailesinin yolladığını, kimi bursunu... Iıhh bekle ki, gelsin. O yıllarda, ‘Türk Parasını Koruma Kanunu’ diye mendebur bir kanun var, o yüzden aileler para yollayabilmek için deveye hendek atlatıyor. Devletse yetmiş sente muhtaç. Burs verdiklerine burslarını yollamıyor. Durum facia...
Ay sonlarına doğru resmen açlık sınırında yaşıyoruz. Herkes elinden geldiğince bir iş yapmaya çalışıyor: Gece bekçiliği, bulaşıkçılık ve sokaklarda ilan dağıtma en gözde işlerden... Ben şanslıyım. Günlerden bir gün, Oya Abla bir Japonla evlenmiş, geldi Paris’e yerleşti. İki yaşında da güzeller güzeli bir kızı var: Yuki. Hızlandırılmış Fransızca kurslarına gittiğinde benden Yuki’ye bakmamı istedi. Evleri zengin mi zengin 16. Bölge’de.

HAYATIMIZI KURTARAN KARAR

İşte Louis Vuitton diye bir markanın varlığını her sabah kalkıp gittiğim o bölgede keşfettim. Bir baktım, kadınların hemen hepsinin kolunda aynı çanta... Bir gün dayanamayıp bir kadına hemen hiçbir vitrinde görmediğim bu çantayı nereden aldığını sordum ve üşenmeyip söylediği adrese gittim. Elbette alacağımdan değil, meraktan.
Kim ne derse desin merak kediyi bazen öldürüyor bazen de abad ediyor. O gün Paris’teki açlık günlerimiz bitti, desem yeri. Gittiğimde gördüğüm manzara şu: Mağazanın kapıları sımsıkı kapalı ve önünde ben diyeyim yüz, siz deyin iki yüz Japon bekleşiyor.
Meğer Paris’e gelen her Japon önce Eyfel Kulesi’ni gezer, oradan da koluna bir Louis Vuitton takmadan ülkesine dönmemeye aht ettiği için gelir mağazanın önünde kuyruğa girermiş. Niye mağazaya değil de kuyruğa giriyor derseniz, basit: Alan bir tane değil on tane birden aldığı ve mağazada mal kalmadığı için Vuitton yönetimi tam da o günlerde izdiham olmasın diye kapıları kapatma ve her Japon’a bir çanta satma kararı almış.
İşte o karardır öğrencilik hayatımızı kurtaran: Yuki ile işim bittiğinde eve dönmeden Louis Vuitton’a uğruyor ve kuyrukta bekleyen Japonlar’dan birini gözüme kestirip, “İsterseniz ikinci çantayı sizin yerinize ben alırım” diyordum. Elbette küçük bir servis ücreti karşılığında. Bir süre sonra iş açık arttırmaya vardı. Kim daha fazla komisyon öneriyor, onun çantası alınıyor.
Sonra sonra mağaza çalışanları uyanmasın diye bizim öğrenci grubu devreye girdi, benim yerime karısı için çanta arıyor pozunda Nedim geçti örneğin. Kar, fifti fifti. Sonuna doğru işi büyüttük. Para biriktiriyor, beheri üç Türk öğrencinin burs bedeli kadar olan gözde modellerden bir çantaya yatırım yapıyor ve kar koyup kuyruktakilere satıyorduk. Bulaşık mı yıkarsın, çanta mı satarsın Allah aşkına?
Ne zaman bu hikayeyi anlatsam, annem kaşlarını çatar “Utanmıyor musun?” diye sorar.
Ben de hep aynı cevabı veririm: “Niye utanacakmışım, devlet utansın.”
Yazarın Tüm Yazıları