Kırca’nın anısına

BİN şükür, ben asla ikiyüzlü bir insan olmadım. Dolayısıyla, hayattayken sevmediğim ve hasım addettiğim kişiler musalla taşına yattığında, arkalarından timsah gözyaşları dökmem

Tamam, naçár, kültürümüzde yerleşiklik kazanmış olan ve hiç inanmadığım ‘ölünün arkasından kötü konuşulmaz’ saçmalığına ıkına sıkına riayet etmek zorunda kalabilirim.

Tepki çekmesin ve skandal yaratmasın diye çenemi kapatır, metazori susarım.

Fakat dediğim gibi, kafamı kör testereyle kesseler, kimseye riyakár methiye düzmem.

* * *

O halde normal olarak, perşembe günü vefat eden emekli büyükelçi ve fikir adamı Coşkun Kırca hakkında da susmam gerekirdi.

Çünkü, sabık diplomat ve ben fikri planda daima yüz seksen derece zıtta yer aldık.

Üstelik, karşılıklı olarak çok sert ve çok tavizsiz polemikler de gerçekleştirdik.

Ama buna rağmen, Kırca’nın anısına yazmayı ahláki bir yükümlülük addediyorum.

Zira, rahmetli DYP milletvekili sırf Türkiye’deki genel statüko güçleri açısından bir ‘son ideolog’ kimliği taşımakla sınırlı kalmıyordu.

Zaten sözcüğü modern lügate yerleştiren Fransız ‘aydınlanma ruhiyatı’na tümüyle vakıf olduğundan, hariciye kökenli bu gerçek ideolog aynı zamanda da, ‘entelektüel’ kelimesinin yine gerçek anlamına tekabül eden ‘aydın’ın bütün özelliklerini yansıtıyordu.

Ve, onun paradigmasına ne denli karşı çıkarsam çıkayım, değme ‘münevver’in eline su dökemeyeceği böylesine ışıltılı bir şahsiyet önünde saygı ve tevazuyla eğilmek zorundayım.

Fakat yine alnım açık ki, Coşkun Kırca hayattayken de bunu buradan ifade ettim.

* * *

BİR noktadan itibaren; yani bazı şahsiyetler beceri ve birikimlerinde‘vasat’ı fersah fersah aştıkları andan itibaren, onları şu veya bu siyaset tercihleriyle sınırlayamayız.

Yanılmış olsalar dahi, ‘Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek’ yükümlülüğünü taşırız.

Nasıl ki bir Martin Heidegger’in Nazizmle flörtü onun felsefevi devliğini etkilemez; nasıl ki bir Peyami Sefa’nın da aynı flörte girmesi onun büyük yazar vasfını küçültmez; nasıl ki bir François Furet’in komünistlere ‘yol arkadaşı’ olması onun ‘özgürlük tarihçisi’ sıfatını etkilemez; veya, nasıl ki bir Nazım Hikmet’in bu arkadaşlığı yol nihayetine dek sürdürmesi onun şair dehásını tırpanlamaz, aynı şey Coşkun Kırca için de geçerlidir.

Üstelik de, Kırca’ya böyle totalitarizmlerle uzlaşmak iftirasını asla atamayız.

* * *

AMA, yukarıdaki totalitarizmlerin alt basamağını oluşturan otoritarizmlerle uzlaştı.

Ötesi, ‘statüko ideologluğu’nu kendine misyon belledi. Üstelik, entelektüel birikimi sayesinde de bunu herkesten daha mükemmel ve eli yüzü düzgün biçimde gerçekleştirdi.

Ancak, vasatlığının derdine yansın, ‘elitist - laisist - Jakobenist’ 1930’lar ‘Kadro Hareketi’ni sağa çeken ve ‘sıkı kemer’ anayasacılar dahil her askeri darbeye lebbedek sivil personel tahsis eden ‘Güven Partisi’ geleneğinden inen bir Kırca, o statükoya büyük geldi.

Statükonun taşralılığı, ‘seçkinci diplomat’ın nasihatlarındaki hıza ayak uyduramadı.

Zaten ben inanıyorum ki, dobra, hatta ters karakteriyle asla bir oportünist olmayan Coşkun Kırca politik kariyeri boyunca yaptığı farklı tercihleri hep pragmatik temele oturttu.

Başka bir deyişle, ‘Cumhuriyet ideolojisi’ndeki kalıcılığa tekabül eden ‘amaç’ını sürdürebilmek için, askeri cuntadan sivil DYP’ye, diğerlerini hep birer ‘araç’ olarak gördü.

Ve, hem o ‘Cumhuriyet İdeolojisi’nin, hem de siyaset pratiğine soyunmuş ‘aydın tragedyaları’nın seyrine paralel olarak, kendi hesabıma bin şükür, bunda başarı kazanamadı.

Ancaak, doğru veya yanlış; haklı ya da haksız o başka mesele, Kırca aynı zamanda da, ‘aydın namusu’yla, inandığı ve doğru bellediği ‘etik’e tavizsiz sadık kaldı.

Rabb’ın mağfireti üzerinde olsun!
Yazarın Tüm Yazıları