Kalbim ağrıyor, n'olur affet beni

Bir de Murat Kemaloğlu çıktı başıma. Şiddetli bir arzu duyuyorum Antalya'ya gitmek ve onunla tanışmak için.

Bu da iyi değil mi?

Röportaj bahanesiyle bir dolu şahane adamla tanışabiliyorum.

Ha ha ha.

*

Bu sefer ki arzu nesnem, 44 yaşında bir psikiyatr.

İzmir'de doğmuş, çocukluğu Antalya'da geçmiş, liseyi Amerika'da bitirmiş (çünkü AFS'li), Ankara Tıp Fakültesi'nde okumuş, tabib asteğmen olarak askerliğini yaparken ‘‘cin çarpma epidemisi’’yle uğraşmış, Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı'nda araştırma görevlisi olarak çalışmış, sonra Zürih'te Carl Gustav Jung Enstitüsü'nde Analitik Psikoloji eğitimi almış, 89'dan bu yana da Antalya Ruhbilim Okulu'nun başkanlığını yapıyor.

Peki arzu nesnemin, 93-95 yılları arasında hastanelere alınmayan, aileleriyle ya da tek başına yaşayamayan şizofreni hastalarının kaldığı bir oteli yönettiğini söylemiş miydim?

Yani adama bakar mısınız...

İlgi alanlarına baksanız da yeter!

Eşi de kendisi gibi psikiyatr.

Lisede okuyan kızı Özlem'e gelince (aile toptan tuhaf! bu cümledeki tuhaf, bir övgü sıfatı olarak kullanılmıştır) kronik şizofreni hastalarının hemen hemen hepsinin anne ve babalarında neden diyabet görüldüğünün araştırmasını yapmaktaymış.

Şimdi böyle bir adam, arzu nesnem olmasın da kim olsun!

Erdal Acar'ın olacak hali yok ya!

Tabii ki, ilk fırsatta soluğu Antalya'da alacağım.

Ve haberiniz olsun, o adam benim. Benden önce birileri onu kapatmaya ve röportaj yapmaya kalkarsa kafa atarım ona göre!

Üstelik ben iyi kafa atarım...

*

Yeni arzu nesnem (bu kurduğum cümledeki arzunun, bedensel arzularla bir alakası olmadığını belirtmem gerekmiyor değil mi? Yaşasın!), bir de Dünya Affetme Şampiyonası çıkardı başıma.

Fikri bile mest etti beni.

Affetmek ya... affetmek!

Sakın, affetmek deyip geçmeyin.

Bir dolu halt başımıza affedemediğimiz, affedilmediğimiz için geliyor. Siz hiç mesela birine sizi affetmesi için yalvardınız mı? Beni affet ruhum bir türlü huzur bulmuyor dediniz mi? Ya da birilerini affetmeyi reddettiğiniz için, kalbinizde bir yerler, uzun süre pedikür yapılmayan, ponsa taşıyla ovulmayan ayak topukları gibi sertleşti mi?

İşte Antalya'ya gidip bu Jung'cu psikiyatrla affetme olgusunun ıcığını, cıcığını konuşmak istiyorum.

Bana iyi gelecek...

Bana iyi gelen size de iyi gelecek...

Bu aralar böyle bir ruh halindeyim yani.

Sürekli kafamda şu cümleler dolaşıyor:

Kalbim ağrıyor, n'olur affet beni...

*

Bazen gereğinden fazla çalışıyor ama o hal de hastalıktan sayılmıyor, bildiğim kadarıyla kalbimde bir sorun yok yani, demek istiyorum ki fizyolojik olarak...

Peki o zaman göğüs kafesimin sol üst tarafında hissettiğim baskı ne?

Şaşkın ve zavallı bir kuş, neden bir pervaneye takılmış gibi çırpınıyor orada? İşin bokunu çıkarmak istemiyorum ama son zamanlarda sürekli elim kalbimde dolaşıyorum. Evet, alay konusu oluyorum ama hiç umursamıyorum. Sanki kalbimdeki ağrıyı elimle tutmak istiyorum. O ağrının varlığını elimde hissetmek bana insan olduğumu hatırlatıyor. O zaman sanki daha bir rahatlıyorum. İnsansam diyorum, herşey olabilir, hiçbir şey bana yabancı değil. Vicdan azabı da duyabilirim. Duymuyormuş gibi yapmaktan hoşlanmıyorum. Oh be söylüyorum işte. Oh be yazıyorum işte. Ben vicdan azabı duyuyorum ve affedilmek istiyorum.

Söyledim bitti.

Gerçekten öyle mi?

*

Neyse, ben sizi kendi kötü emellerime alet etmeye, yani şahsi sorunlarım için röportaj yapmaya devam edeceğim.

Beni olduğum gibi kabul edin ve n'olur affedin.


Benzinsiz arabalar, dipboyasız kadınlar


Hayatta iki tür insan var.

Dolayısıyla iki tür kadın oluyor.

a) Arabasına ful benzin koyduranlar

b) Taş çatlasa, 15 milyondan fazla paraya kıyamayanlar

Ben ikinci gruba giriyorum.

Bazen akla hayale gelmeyecek şeyler yapıyorum, benzinciden en yakın arkadaşıma telefon açıp, ‘‘Ne kadarlık benzin alayım?’’ diye fikir soruyorum. Belki yüksek bir rakam söyler de, paraya kıyabilirim! Ama şimdiye kadar arabama ful benzin koydurmayı başaramadım. Gerçi hayatımdaki erkekler, ne zaman bir benzinci mahalinde yanımda bulunsalar, ‘‘Doldurt şu depoyu’’ diyorlar, hatta inip parayı ödüyorlar, bu da bana son derece romantik geliyor ama işte benim elim gitmiyor, benzin için ödenen parayı bir türlü aklım almıyor. Dolayısıyla benzin göstergesindeki çubuk arkadaş kafasını bir türlü sağa yaslayamıyor.

Ne var ki, birinci gruba giren kadınlardan farklı olarak benim hayatımda hep bir heyecan var. Kırmızı nokta yandıktan sonra bakalım nereye kadar gidebileceğim? Benzin nerede bitecek? Orada bir istasyon olacak mı? Bidonlu bir adamla tanışabilecek miyim? O bana acıyıp, benzin yardımı yapacak mı? Eğer bidonlu adam gelmezse, bu defa telefonumun şarjı yetecek mi? Ben tam ‘‘May day... May day...’’ derken o telefon bitecek mi? Hayat böyle devam edecek mi! Bu yüzden olsa gerek benim hayattaki idealim güneş enerjisiyle çalışan kapalı havalarda da lafla yürüyen bir araba...

*

Hayatta iki tür insan var.

Dolayısıyla iki tür kadın oluyor.

a) Hiç sektirmeden sürekli saçları bakımlı dolaşanlar

b) Zamanı geldiği halde dipboyalarını iki üç gün savsaklayanlar

Ben ikinci grubu giriyorum.

Bu, beni hayatta en rahatsız eden şey. O dip boya sürekli çıkıyor, her ay o kafaya bakım gerekiyor. Ama iş olduğu zaman da, o berbere bir türlü gidilemiyor. N'oluyor? İnsanlardan kaçmak gerekiyor. Çünkü herkes senin kafana bakıyor, saçının bütün tellerini tek tek inceliyor, zamanı geçmiş dip boyalarını farkediyor! Neyse ki dün yaptırdım. Bugün rahatım. Bir de Ebil'den Hüseyin bir güzel kesti ki, bütün saçlarım dik dik havada. Ama yine de, bu iki sorun benim hayatımın baş çelişkileri olarak duruyor. Bu iki düşmanla nasıl başedeceğimi bilemiyorum.

Ya bir kuaförle evlenmeli...

Ya da bir benzinciyle birlikte olmalı...

Bakalım. Haydi hayırlısı.
Yazarın Tüm Yazıları