İran’a nasıl ve neden öyle davranılması gerektiğine dair…

“Yaptırımların Amerika’ya İran’a ilişkin kararlarda koz sağlayacağını düşünmenin yanlışlığı yerine, -ki, böyle bir politika ya başarısızlığa ya da savaşa götürüyor- yönetim, İran ile Nixon’un Çin ile yaptığına benzer bir stratejik düzenleme yoluna gitmelidir.

Haberin Devamı

Böyle bir yaklaşım, Washington’un Tahran ile yakınlaşmasının İran’ın stratejik ihtiyaçlarına hizmet edeceğine ikna olabileceği adımları atmasını gerektirir.

Bu zemin üzerinde, Amerika ile İran, ekonomik işbirliği kadar aralarında kapsamlı bir güvenlik çerçevesini de oluşturmalıdırlar. Washington, bugüne dek beş artı bir grubunun böyle bir şey önermesine izin vermedi. Böyle bir çerçeve içinde uluslararası topluluk İran ile sivil nükleer programını geliştirmesi için birlikte çalışmalıdır. Bu, bugüne dek İran’ın silah geliştirmediğini kanıtlaması yönünde taleplerde bulunmak yani olumsuzluktan yola çıkmak yerine saydam biçimde yapılmalıdır. Bir işbirliğine dönük yaklaşım ile İran’ın Hamas ve Hizbullah ile siyasi ilişkilerinden ötürü ona karşı hasmane tutum almak yerine bölgesel ihtilafların barışçıl çözümler için çalışmasın için Tahran’ı ı teşvik etmeyi gerektirir.

Haberin Devamı

Bazıları bunun İran ile ilişkileri düzeltmek için ödenmesi gereken çok yüksek bir fiyat olacağına inanabilir. Ama asıl yüksek fiyat sadece Amerika’nın Ortadoğu’daki çıkarlarına zarar veren başarısız politikalarına bel bağlayanlar ve oradaki müttefiklerimizin güvenliğini zora sokanlar için geçerlidir.”

Bu yazı dün New York Times’da Flynt Leverett ve Hillary Mann Leverett ortak imzasıyla yayımlandı. Leverett çiftini yakından tanıyorum. Flynt Leverett ile bu yıl önce Liechtenstein’da düzenlenen bir İran konferansında birlikte bulunmuştuk, kısa bir süre sonra her ikisiyle Beyrut’ta bir Ortadoğu konferansında yine bir araya geldik ve uzun konuşmalarımız oldu.

Karı-koca Leverett’ler bir dönem Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bulundular. Her ikisi de Bush politikalarının muhalifleri ama Demokrat değil Cumhuriyetçi olduklarını bana söylemişlerdi. Flynt Leverett bugün Pennsylvania State Üniversitesi’nde öğretim üyesi, ayrıca New America Foundation adlı bir Washington düşünce kuruluşunda “İran projesi”nin başında. Söz konusu düşünce kuruluşu, Obama ile birlikte Demokratlardan yana, Washington’un yeni parlayan düşünce kuruluşlarının başında geliyor. Hillary Mann Leverett ise siyasi risk konusunda bir danışmanlık şirketinin başında. Flynt Leverett, asıl ününü Brookings Institution’da Amerika’nın önde gelen Suriye uzmanı olarak yapmıştı ve “Inheriting Syria” adıyla yazdığı kitapta Bush’un Suriye politikasıyla taban tabana zıt görüşleri dile getirmişti. Obama yönetimi, Suriye konusunda, Leverett’ın görüşlerine yakın bir çizgi izlemeye başladı.

Haberin Devamı

ABD-İran arasında ne yapılması gerektiğine ilişkin “Nixon-Çin” şeklindeki denklemin “patent hakkı” bana ait. Bu görüşlerimi Beyrut’taki sohbetlerimizde iletmiştim. Bunu herhangi bir vesileyle bir “köşemde” kayda geçirdim mi, hatırlamıyorum ama her ikisinin yazısıyla New York Times’da kayda geçmiş oldu.

***                     ***             ***

Türk olmak ile Amerikalı olmak, Türkçe yazmak ile İngilizce yazmak arasındaki, ikincisinin lehine olan farkı New York Times’da Flynt Leverett ile Hillary Mann Leverett’in yazısını okuduğumda bir kez daha görmüş oldu. Bir düşüncenin “patent hakkı”nı kaydettiremiyor, sahip çıkamıyorsunuz.

Nixon’un 1972’de “Çin’e açılım” politikasının mimarı olan Henry Kissinger ile 2007 Mayıs ayında Türkiye’ye geldiği vakit, İran konusunu kendisiyle tartışma imkânı bulmuştum. İki akşam yemeği, bir dar katılımlı sabah kahvaltısı ve ayrıca üç gün bir otelde dış dünyaya kapanarak süren Bilderberg toplantısı sayesinde defalarca bir arada bulunabildik. İran’a yaklaşımın ancak kendisinin mimarı olduğu 1972’de ABD’nin Çin açılımı gibi olması halinde başarı sağlanabileceği düşüncemi ilettiğimde itiraz etmediğini ve bu “önerme” üzerinde bir takım görüşler ortaya attığını hatırlıyorum.

Haberin Devamı

Kissinger, dönemimizin en önemli “Realpolitik” ustalarının başında kabul ediliyor. Zaten ABD’nin Çin açılımı tam anlamıyla bir ”Realpolitik” başarı örneği idi. “Realpolitik”ten nasibini alanlar, İran’ı sadece birteokratik “mollalar rejimi” olarak görme sığlığına düşemezler. İran’ın nükleer programını da “saldırgan amaçlar”la tanımlayamazlar. İran’ın nükleer programının pek haksız da sayılmayacağı “tehdit algılaması”yla, “çevresel kuşatma altına girmişlik duygusu”yla ve Amerika ile doğrudan diyaloga girme konusundaki ihtiraslı arzusuyla ilgili bulunduğunu anlarlar.

İran’a bir “bölgesel güç” ve “uluslararası ilişkiler”de “önemli aktör” muamelesi yapıldığı takdirde, başta nükleer program, ilerleme kaydedilemeyen, yol alınamayan bir çok konuda sonuç alabilme imkânı bugüne dek izlenen politikalara oranla çok kuvvetlidir.

Haberin Devamı

İran’ın söz konusu “algısı”nın mevcut rejimin karakteriyle de ilgisi yok. Khamenei-Ahmedinejad hattı yerine, Hatemi veya Mir Hüseyin Musavi’yi de ya da bir başkasını rejimin tepesinde görsek dahi fark etmez.İran’ın, 2500 yıllık devlet geleneğinden gelen reflekslerinden, coğrafi büyüklüğü ve jeopolitik konumundan (ve ayrıca sınırlarını çok aşan kültürel nüfuzundan) ve bir de “Şiî yalnızlığı”ndan kaynaklanan siyaset dili ve tavırları, bugünkünden pek farklı olmayacaktır.

İran ile ekonomik işbirliğinden güvenliğe, oradan uluslar arası statüsüne uzanan geniş yelpazede kapsamlı bir ilişkiyi öngörmeyen hiçbir yaklaşımın, “bölgesel istikrar”a yönelik ve sonuçları getirme şansı yüksek gözükmüyor.

Haberin Devamı

“Nixon-Çin” metaforundan kastettiğimiz buydu. Bu, yıllardır düşüncemiz oldu.

Zira:

İçinde yaşadığımız “uluslararası mahalle”nin iki ciddi devleti vardır ve bu yüzyıllardır öyle olagelmiştir: Türkiye ve İran.

İran’ın başında kim bulunursa bulunsun, rejiminin yapısı ne olursa olsun; İran ciddi bir olaydır. Önemli bir devlettir ve bölgede bulunan (İsrail dahil) hiçbir devlet ile karşılaştırılamaz.

***           ***          ***

Türkiye’nin –son dönemde Tayyip Erdoğan hükümetinin- İran’a ilişkin yaklaşımını bu “parametreler” ile değerlendirmek gerekiyor. Turgut Özal da İran’a farklı bakmazdı. Söz konusu “parametreler”in farkındaydı. Türkiye’nin İran’a yaklaşımı, 1639’daki Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan bu yana, esas itibarıyla, değişmemiştir.

İran, “küresel dünya”ya entegre edilmek durumundadır. Türkiye’nin büyük, güçlü bir komşusu olarak, en azından “ortak ekonomik çıkar” alanındadır. Küresel dünyaya entegre edilecek bir İran’ın Türkiye’ye sağlayacağı yarar hayal ötesindedir.

Bu bakımdan, Türkiye’nin İran ile bir “savaşa doğru tırmanış” ikliminden hiçbir çıkarı yoktur. İran’ın nükleer programından çekinmesi için bir nedeni de yoktur. İran ile “uluslararası sistem”in ihtilaflarının sonuna kadar “barışçıl yöntemler”le giderilmesi için sabırla ve inatla çaba harcamasının ise,çok geçerli ve doğru gerekçeleri vardır.

Yazarın Tüm Yazıları