İnsan yalnız ekmekle yaşamaz

İnsanla diğer mahlukat arasındaki fark, insanın sanat ve düşünce yoluyla bir başka geometrik hayat planına geçmiş olmasında yatıyor.

Öyleyse sanat, hayatımızın ekmekten bile önemli bir parçası. Kutsal Kitap'tan bir öyküyü aktarayım. Matta İncili'nin dördüncü babında Matta, şöyle anlatır: ‘‘İsa, İblis tarafından denenmek üzre, Ruh tarafından çöle sevkedildi. Ve kırk gün kırk gece oruç tuttuktan sonra acıktı. Ve Ayartıcı gelip ona dedi: Eğer sen Allahın Oğlu isen, söyle bu taşlar ekmek olsun. İsa da cevap verip dedi: İnsan yalnız ekmekle yaşamaz...’’

Son günlerde sanatın içine tükürme modası tekrar hortladı. Bu tiksindirici durumun ilk eylemcisi sanattan nasibini alamamış birisi olduğu için sözlerini pek yadırgamamıştım. Oysa son tükürükçü, Türk solunun gözde yayın organlarından birinin arka sayfasını teşrif eden bir köşe yazarı olunca, bu tükürme eylemi üzerine birkaç söz söylemeyi boynuma borç bildim.

Dürüst olmak gerekirse, konuyu gündeme getirmemin nedeni, sanata ve özellikle operaya olan sevgim. Ama işin beni bir de mesleki açıdan doğrudan ilgilendiren yanı var. Moliere'in Cimri'sinde Valère, bir repliğinde şöyle der: ‘‘...eski bir filozofun dediği gibi, insan yemek için yaşamaz, yaşamak için yer.’’ Adı zikredilmeyen filozofun görüşüne katılmam. İnsanlar dışındaki mahlukat yemeği basit bir beslenme meselesi sayar. İnsanoğlu ise bunu sanata dönüştürmüş. O nedenle uygar ülkelerde aşçılar sanatçılar arasında anılır.

Söz konusu köşe yazısını okuyunca aklıma yukarda yazdıklarım geldi. Ama önce sezarın hakkını sezara vereyim. Sanatçılık hak edilmesi gereken bir unvan. Bizde bu hak ediş konusunda derin şüphelerim var. Böyle düşünmemin başlıca nedeni, basında başını ve edep yerlerini açarak şöhret sahibi olanların veya nota bilmeden şarkı bestelediğini öne sürenlerin ısrarla ‘‘sanatçı’’ olarak anılması. Bu tanımlamalar tüylerimi ürpertiyor. Bir kere ‘‘sanatçı’’ kavramı üzerinde toplumsal bir anlaşma gerekmekte. Kendi alanımda pişirme tekniklerinden habersiz veya yiyecek-içecek kültürü yok mertebesindeki aşçıları sanatçı saymıyorum mesela.

BÜYÜK AŞÇILARIN BAĞIŞI

Bir başka önemli konu da, sanatçının yalnız maaş aldığı kuruma değil, ondan daha fazla topluma karşı borcunu ödeme zorunluğu. Aşçılıktan bir örnek vereyim. 1980'lerin en ünlü şefi Paul Bocuse, servetini Fransa'da yaşadığı kent olan Lyon'daki bir mesleki eğitim kurumuna bağışladı. Yıllardır orasının iyi olması için çalışıyor. İngiltere'nin yıldız aşçısı Anton Mossimann, bir ömür boyu topladığı yemek kitapları koleksiyonunu genç şeflerin kullanımına sunmak için özel bir kurum oluşturdu. Bunlar hep birer borç ödeme yolu. Bizdeki sanatçılar da, sırtlarını devlete dayayıp boş oturanın boş kalfası olarak bir ömür geçirdiklerinde sanatçı ayrıcalığından yararlanamazlar. Maşeri vicdan bunu kabul etmez.

Eğer sanat düşmanı düşüncelerin savunucusu yazar, mantık ve insaf sınırları içinde kalsaydı benzer görüşlerinden ötürü onu haklı sayar ve bu kadar söylemekle yetinebilirdim. Oysa işi sanata tükürme düzeyine taşıyan yazı her türlü hadden aşıp taşmış durumda.

ZENGİNE BAKLAVA BÖREK

Türkçeyi ezip büzmekle meşhur köşe yazarının köşesinde aktardığı okuyucu mektubunda devlet tiyatrolarına 'çağdışı' damgası vurulduktan sonra şöyle deniyor: ‘‘Opera işi de, farklı değil. Opera kral saraylarının ilginç bir eğlencesi olarak Batı'dan alındı. Dünyanın en pahalı işi. Devletin tek bir opera ile yetinmesi gerekirken pek lazımmış gibi İstanbul, Antalya, Mersin vs. operaları yığınla adama maaş vermeyi gerektirmekte. Örneğin, senede yalnızca üç kez koroda iki satır şarkı okuyan bir sanatçı, devlete 20 milyar liraya mal olmaktadır.’’

Hemen dikkatimi çekti: Operayı 'kral saraylarının ilginç bir eğlencesi' olarak tanımlayan mektubun yazarı besbelli, mesela Mozart'tan haberdar değil. Sanatın pahasından bahsedecek kadar da sanata saygısız birisi. Ayrıca devlet niçin bir tek operayla yetinmek zorundaymış, anlamış değilim. İstanbul'da oturanlar baklava börek yesin, taşradakiler kuru fasulye ile bulgur pilavına talim etsin diye bir yazı yazsam beni haklı bulur muydunuz? Sanatçının işini 'yılda üç kez' veya 'iki satır' gibi ölçülerle değerlendirmek nasıl bir uygarlık anlayışıdır, bunu da anlamış değilim.

MATTA NE DİYOR

İşin püf noktası, insanoğluyla diğer mahlukat arasındaki temel farkın anlaşılmaması. Bu fark, insanlığın sanat ve düşünce yoluyla bir başka geometrik hayat planına geçmiş olmasında yatıyor. Öyleyse sanat, hayatımızın ekmekten bile önemli bir parçası. Sözlerime delil olarak da Kutsal Kitap'tan bir öyküyü aktarayım. Zira kutsal kitaplardaki hikmetli sözlere her zaman kulak vermek gerekir...

Matta İncili'nin dördüncü babında Matta, İsa'nın başına gelenleri şöyle anlatır: ‘‘O zaman İsa, İblis tarafından denenmek üzre, Ruh tarafından çöle sevkedildi. Ve kırk gün kırk gece oruç tuttuktan sonra acıktı. Ve Ayartıcı gelip ona dedi: Eğer sen Allahın Oğlu isen, söyle bu taşlar ekmek olsun. İsa da cevap verip dedi: İnsan yalnız ekmekle yaşamaz...’’

Metnin devamı, daha çok dinbilimi ile uğraşanları ilgilendiriyor. Ben, herkesin bilmesinde zorunluk duyduğum yerde durdum. ‘‘İnsan yalnız ekmekle yaşamaz!’’ Gerçekten hayatın biricik anlamı karnımızı doyurmak, barınmak ve üremeye indirgenemez. Ya da şöyle söyleyeyim: Öyle düşünenlerle bizim işimiz olmaz.

AKIL DA YETMEZ

Peki, yukarıdaki cümlenin zamiri olan 'biz' kimiz? Biz, insanoğluyuz. Yeryüzündeki hayata içgüdülerin dışında bir şeyler katabilenleriz. Bize en yakın tür olan hayvanlardan bu bakımdan farklıyız. Nitekim Musevilerin kutsal kitabı Tora'nın Tekvin bölümünde RAB Allah, iyilik ve kötülüğü bilme ağacının meyvasından yiyen Adem için, ‘‘İşte, adam iyiyi ve kötüyü bilmekte bizden biri gibi oldu’’ der. İyiyi ve kötüyü bilmek, bizim açımızdan, bir anlamda ilahi emirlerin ötesine geçip akıl yoluyla hüküm vermektir. Ama, tarih gösteriyor ki insanoğluna akıl yetmemiş. Uygarlığın ilk ışıklarından itibaren sanat onu süslemiş.

İsteyen elbette müzik niyetine çobanın kavalıyla yetinebilir. Tıpkı canı çekenin bir ömür boyu kuru fasulye, bulgur pilavı ve ayranla yetinebileceği gibi. Ben sofrada incelmiş zevklerin de bulunması gerektiğini düşünenlerdenim. Müzik olarak da çobanın kavalını bir opera orkestrasına, korosuna ve solistlerine tercih edemem. Sanatçının değerini de performansın süresiyle ölçmeyecek kadar yontulmuş olduğum için Allah'a binlerce kez şükrediyorum. Bütün bir opera boyunca sadece iki arya söylüyor diye Sihirli Flüt'teki Gece Kraliçesi rolünü küçümseyemem.

Öte yandan küfre saplananlara acıyorum. Çünkü onlar için Kur'an'da şöyle yazılmıştır: ‘‘Amma o küfre saplananlara gelince, ha inzar etmişsin (tehlike karşısında uyarmışsın) bunları ha etmemişsin, onlarca eşittir, imana gelmezler; zira Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve kalp gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı, azim (büyük) bir azaptır.’’

Bense Fatiha suresindeki ayetlerden ikisini mırıldanıyorum: ‘‘ya Rab hidayet eyle bizi doğru yola; o kendilerine nimet verdiğin mesutların yoluna; ne o gazap olunanların ne de sapkınlarınkine değil.’’
Yazarın Tüm Yazıları