İki Mütareke

MALÛM, bazen çırak ustayı geçer. Bu benzetmeyle, tarihi akışta, sonradan modelini benimseyeceğimiz Fransa’yı bizim bir dönem önde bırakmış olduğumuzu kastediyorum.

Söz konusu dönem ulusumuz için, İttihatçı elebaşıların yalı önünde alesta bekleyen Alman denizaltısına kapağı atıp, apar topar Berlin’e sıvıştığı 15 Kasım 1918 gecesi başlar.

Esas noktasını ise, Kuvayı Milliye zaferimizi 2 Ekim 1922’de işgalci güçlere söke söke tescil ettirttiğimiz Mudanya Silah Bırakışması’nın mürekkebiyle koymuşuzdur.

Yakın tarihimizin bu kabuslu ve ‘sisli’ defterini ‘Mütareke’ diye adlandırıyoruz.

Ve yine malûm, şu sıra ‘şehit mi, ‘hain mi’ tartışması yapılan ve işgalci yandaşlığı su götürmeyen Ali Kemal’in, Ankara adına faaliyet gösteren ‘Müselláh Müdafáa-i Milliye’ ajanları tarafından Tokatlıyan Oteli önündeki berberden kaçırılıp, softalığı ve vahşetiyle ünlü Sakallı Nurettin Paşa emriyle İzmit’te linç ettirtilmesi de, o Mütareke’nin sonuna rastlar.

Zaten, söz konusu ‘vukuat’ın duyulmasıyla birlikte de, şöyle veya böyle TBMM hükümetiyle çelişkiye düşmüş olan şahsiyetler İstanbul’u acilen terk etmeye başlayacaktır.

Bunların arasına, Refik Halit’ten Rıza Tevfik’e, fikir, düşünce ve edebiyat hayatımızın çok önemli simalarını katabiliriz.

* * *

FRANSA ise bizimkine çok benzeyen böyle bir süreci daha sonra yaşadı.

Onun kabusu ve ‘sis’i İmparatorluğumuz gibi 1. Harp nihayetinde değil de, ülkenin Hitler orduları önündeki hezimete uğradığı 2. Savaş’ta birlikte başlamıştır.

‘Kara sayfa’, Meclis’in tüm yetkileri, sonra işbirlikçiliğe çark eden Mareşal Petain‘e devrettiği 10 Temmuz 1940’ta açılır. Paris’in kurtarıldığı 20 Ağustos 1944’te de sona erer.

Coğrafyalar ve konumlar farklı olsa bile, buradaki paralelliklerimiz çok belirgindir.

1920’de Ankara’ya geçmiş Mustafa Kemal Paşa gibi, direnişi Londra’dan örgütleyen General Charles de Gaulle de daha ilk anda işbirlikçi hükümetle uzlaşmayı reddetmiştir.

O işbirlikçi hükümet ki, görünürde, aşağı yukarı Sultan Vahideddin’i andıran ve çok sevdiği ülkesinin acılarını dindirmek istediği iyi niyeti şüphe götürmeyen; ama hem yaşlılıktan bunamış, hem de siyasete alışamamış aynı Petain tarafından yönetilmektedir.

Fakat aslında ipleri tamamen, yine tıpkı Mütareke sadrazamı Damat Ferit Paşa gibi, işgalcilerle içli dışlı olmak stratejisini benimsemiş olan Başbakan Pierre Laval tutmaktadır.

Bunların her ikisinin de ‘kalben işbirlikçi’ olduklarını söylemek yanlış sayılamaz.

* * *

DİĞER taraftan, 1940 - 1944 Paris’i de, 1918 - 1922 İstanbul’undan farklı değildir.

Bununla sırf, Yakup Kadri’nin ‘Sodom ve Gomore’ satırlarında ölümsüzleştirdiği işgal Dersaadet’indeki ‘vur patlasın, çal oynasın’ hezeyan ve ahlaksızlığını kastetmiyorum.

Ötesi, Fransa’daki Nazi işgali Türkiye’dekiyle kıyaslanmayacak oranda korkunç olsa bile, aslında her iki başkentin de ‘sessiz çoğunluk’ları ‘sosyolojik paralellik’ sergilediler.

Başka bir deyişle, Mütareke Payitaht’ında kelleyi koltuğa alıp Milli Mücadele’ye; işgal altındaki Paris’te ise dağ bayır direnişine katılanlar; veya tam tersine, hem burada, hem orada militan işbirlikçiliği seçenler, aslında çok, çok küçük bir azınlık oluşturdular.

Karaborsa ekmek peşindeki o ‘sessiz çoğunluk’ her iki tarafta da sonsuz yalpaladı.

Háttá daha açıkçası, birinde ‘Padişahım çok yaşa’ diğerinde ise ‘emret Mareşal’ şiarları kolektif bilinçaltını belirlediğinden, ‘rüzgár dönene’ kadar da hep bunlar ağır bastı.

Ne Ankara’daki Gazi’nin ‘küs’ olduğu İstanbul’a uzun süre gelmeyi reddetmesi, ne de de Gaulle’nin ilk anayasa referandumuyla istifa etmesi, tesadüfi gelişmelerdir.

Dolayısıyla, bizim Kurtuluş Savaşı’ndan, Fransa’nın ise 2. Savaş’tan sonra yazdıkları ‘resmi tarihler’deki ‘millet direnişi’ efsanesini büyük ölçüde göreceleştirmek gerekiyor.

Yarın da iki ülke Ali Kemal’lerinden yola çıkarak, Mütareke’yi tekrar işleyeceğim.
Yazarın Tüm Yazıları