İda’da Homeros’un torunu

Geçen hafta cenazeden sonra bilmediğim yollardan bildiğim yörelere doğru gittim. Bin pınarlı İda Dağı'nda şimdiki adı Tuncel Kurtiz olan Homeros'un torunuyla tanıştım.

Zeytinbağı'nda dağın sessizliğini dinledim, ziyafet masasının baş köşesine oturdum, dağın efsanelerini bir kez daha dinledim. Dağ tepelerinde yaşamın keyfini çıkardım.

Yaşam sürüyor... Kısa bir ayrılıktan sonra yine buluştuk. Sizlerle buluşmak öyle kolay bir iş değil. Buluşmak için önce gitmek lazım. Sonra gelip, o kadar bilgiyi harf harf dökmek gerek. Kendimi bir 'bilgi toplayıcısı'na benzetiyorum. Dağ, bayır, kent, kasaba dolaşıp, önemli önemsiz bilgileri önce deftere, sonra bilgisayara yükleyen, eleyen, kelimeleştiren bir 'toplayıcı'... Yine gittim, topladım, geldim. İşte bu hafta torbadan çıkanlar.

Bir belgesel çalışması için yollara düşmüştüm. Hedefte bildik bir adres vardı: Kaz Dağları. Veya antik çağlardaki adıyla İda. Bildik adrese, bilmediğim yollardan gitmeye karar verdim: Bandırma, Biga, Çan, Bayramiç, Ezine üstünden. Neden böylesine uzun bir rota? Yol boyu lezzet durakları arayacaktım -bu da başka bir çalışma.- Çok umudum yoktu ama şansımı denemekle ne kaybederdim ki!..

Çanakkale yolundan Biga'ya saptım. İlçenin ana caddesini bir baştan diğer başa adımladım: Pideciler, köfteciler, bol kepçe lokantaları... Hepsinin kapısından tek tek girdim, aşçıları sorguya çektim, mutfakları, ızgaraları kontrol ettim. Hep bildik yemekleri pişiriyor, bildik tatları ızgaraya koyuyorlardı. Biga'da lezzet adına her hangi bir sürpriz yoktu. Israrcı olmadım. Bir sonraki durak Çan'da da durum aynıydı. Midemin baskısına dayanamayıp, bir kahvede, havuzun kenarında, çift kaşarlı tost ile yetinmek zorunda kaldım. Bayramiç'te de her hangi bir sürprizle karşılaşmadım.

TALEP OLMAYINCA

Aslında suç bendeydi. Yola çıkarken aklımda fikrimde Toscana yolları vardı. Sağlı sollu üzüm bağlarının arasından giden virajlı yollar, küçük köylerdeki çiçeklerle bezenmiş eski küçük lokantalar, şaraphaneler, tezgahları tabloyu andıran manavlar, insanı tahrik eden şarküteriler... Tüm bu görüntüler gözümün önünden geçip gidiyordu. Onlarınki de kasabaydı bizimkiler de. Ama onlar da yaşam gustosu daha gelişmişti. Yemeyi içmeyi seviyorlardı. Sevmenin ötesinde müthiş bir keyif alıyorlardı. Biz de ise dışarıda yemek yeme kültürü, büyük kentler dahil pek gelişmemişti. Tabii bu ekonomik nedenlerle açıklanabilirdi. Ama ben yoksul Doğu'da değil, zengin Marmara kasabalarında lokanta arayışındaydım. Bu, paradan çok, yaşamdan keyif alma beceriksizliğinden kaynaklanıyordu. Lezzete talep olmayınca, onu arz edecek lokantanın bulunmayışı da normaldi. Ben de aramaktan vazgeçtim.

Ezine'de ise beyaz peynirin peşine düştüm. Bir torba dolusu lezzetli lor, küçük bir teneke keçi sütünden beyaz peyniri yüklenip yoluma devam ettim. Adını çok duyduğum ama bir türlü gidemediğim Zeytinbağı Oteli'ne doğru yol alıyordum. Dağdan inerken önce, kentliler tarafından işgal edilmiş olan Yeşilyurt'a uğrayıp, köyün 'aslına sadık kalınarak' nasıl bozulduğunu bir kez daha izledim. Daha sonra Küçükkuyu'yu, taş yığını Altınoluk'u geçtim. Tahtakuşlar sapağından içeri girip, döne döne Çamlıbele tırmandım. Zeytinbağı Oteli'ni bulmakta hiç zorlanmadım. Sekiz odalı küçük otel, zeytin, incir, badem, fıstık ağaçlarının, katır tırnaklarının, mevsiminde pembe mor çiçekler açan anemonların arasına saklanmıştı. İda'nın yükseklerinde serin bir nefes gibiydi.

İDA'NIN SESLERİ

Önce otelin hem baş aşçısı hem de her şeyi olan Erhan Şeker'le karşılaştım. O bana odamı gösterdi. Böylesine temiz, böylesine şirin bir odaya çok az otelde rastlamıştım. Arka kapıdan, badem ağacının gölgelediği küçük bahçeme çıkıp, İda'nın seslerini dinledim. Üstümü değiştirip, üst bahçeye doğru bir gezintiye çıktım. Bahçenin ortasındaki masada, otelin sahibesi Menend Kurtiz'i salça karıştırırken yakaladım. Bir çay kaşığı ile taze salçanın tadına baktım. Havadaki nefis kokuyu izleyerek arka bahçeye geçip, Erhan Şeker'in incir pekmezi kaynatmasını seyrettim.

Mutfakta akşam yemeğinin ip uçlarını araştırırken, birden sahneye kafasında mor bandanası ile Tuncel Kurtiz'in çıktığını gördüm. İki eski dost gibi sarıldık, öpüştük. O beni bilmese de ben onu yıllardan beri tanıyordum. Sahnede alkışlamış, beyaz perde de izlemiştim. Beni otelin barına götürüp, malt viskileri gösterdi ve buyurdu: 'Seç'... Buyruğa uyup oyumu is kokulu Talisker'den yana kullandım. Tuncel hoca şişeyi, bardakları kaptı, Miles Davis'in trompetini serbest bıraktı. Hep beraber bahçede, zeytin ağacının altındaki masada oturup, ilk kadehler bitinceye kadar sessizce İda'dan Ege'yi seyrettik. O an göz ucuyla masadakilere bakınca, antik çağın tanrılarına benzediğimizi gördüm.

Sonra hoş beş başladı. Tuncel ve Menend çifti kendileri için yaşamaya karar verince, kentten kaçıp Çamlıbel'e yerleşmişlerdi. Şimdi, otelin sekiz odasını doldurup boşaltan dostlarıyla birlikte, huzur içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı.

UNUTULMAZ ZİYAFET

Konuşmalar sırasında, yaz aylarında yemek kursları düzenlendiğini öğrendim. Erhan Şeker konuklarına bu kurslarda yöre mutfağının inceliklerini, yöre otlarını lezzetli yemeklere çevirmeyi öğretiyordu. Menend Kurtiz sözü aldığında -Tuncel Hocadan sözü almak hiç de kolay değildi- otellerinde yemeğin bir şölene dönüştüğünü, sofralarının yeşilin her tonundan nasibini aldığını söyledi. Bunun doğruluğunu yediğim akşam yemeğinde gördüm: Kabaklı börülce, tahinli patlıcan kızartması, susamlı çipura, zeytinyağlı yeşil domates, kabaklı çırpma, arap saçıyla enginar kavurması, zeytinyağlı kabak... Yıldızların da seyrettiği bu ziyafetin bitmesini hiç istemedim.

Sabah kuş sesleriyle uyandım. Kurtiz çifti çoktan uyanmış, kahvaltı masasını bir tabloya dönüştürmüşlerdi. Kahvaltıdan sonra Tuncel Kurtiz projelerini anlattı. Tiyatro atölyesi kuracağı yeri gösterdi, düzenlediği Çamlıbel Şenliği'nin kasetlerini seyrettirdi. Gitmeden önce Menend hanımın mini butiğine uğrayıp, kendisinin yaptığı buram buram İda kokan renkli sabunlardan aldım. Dağdan aşağı inerken, Tuncel Kurtiz'in Homeros'un torunu olduğunu keşfettim. O da dedesinin dedesi gibi bin pınarlı bu dağlara gelmiş, çoluğa çocuğa dağın masallarını anlatmaya koyulmuştu. O, bu dağlardan yaşam almıştı, bunun karşılığında da etrafına bilgi dağıtıyordu.

Zeytinbağı Oteli, yüreğimde ayrı bir köşeye yerleşti. O güzellikleri biraz daha uzun yaşamak, lezzetleri bir kez daha tatmak için 'bir daha gidilecek'ler listesine Zeytinbağı'nı da yazdım.

ORMANDA YÜRÜYÜŞ

Edremit'e gelince Kalkım istikametine saptım. Kızılçam ormanlarının içinden geçen bu yol, Kaz Dağları'nın çevrelediği yeşil çanağa doğru gidiyordu. İçlere doğru ilerledikçe termometrenin derecesinin hızla aşağıya indiğini gördüm. Sahilde 26 derece olan sıcaklık, iç kesimde 14 dereceye kadar düşmüştü. Yine de pencere kapatmadım. Zirvelerde efsanelerle oynaşan soğuk rüzgarın okşamalarıyla ürperdim.

İlyada Otel'e daha önce gelmiştim. Ormanın içinde kaybolmuş bu küçük ve şık otel, daha çok Avrupa'dan gelen domuz avcılarını ağırlıyordu. Bu sefer otelde kimsecikler yoktu. Üstüme bir kazak giyip, nereye gittiğini bilmediğim orman yoluna kendimi emanet ettim. Ağaçkakanların gaga darbelerini, adını bilmediğim kuşların seslerini dinleye dinleye ormanın derinliklerine doğru yürüdüm.

Bir süre sonra kendimi bir böğürtlen tarlasında buldum. En olgunlarını özenle toplayıp, böğürtlenin mayhoş tadını damağıma sıvadım. Öylesine keyiflendim ki arada bir gelip geçen yeşerti yağmurlarına bile aldırmadım.

Otele döndüğümde gözlerimin yeşile, kulaklarımın kuş seslerine, ciğerlerimin de çam kokulu temiz havaya doyduğunu hissettim. Geriye bir tek midem kalmıştı. Onu da lezzetli bir akşam yemeği ile susturdum.

Ertesi sabah erkenden dönüş yoluna çıktım. Tarlaların kenarında durup, küçük bir çuvalı kırmızı çarliston biber, yeşil domates, taze fasulye, ilk defa gördüğüm yarım metre uzunluğundaki börülceyle doldurttum. Dalından toplanan bu sebzelerin parasını öderken, kentte ne kadar kazık yediğimizi veya üreticinin nasıl kandırıldığını fark ettim.

Gelmişken bir de Manyas'a uğrayayım deyip yolumu uzattım. Ama tatlı kelle lorunun, Mihaliç peynirinin buna değeceğini biliyordum.

Kısa ama keyifli bir yolculuk yapmıştım. Kentin hercümercine, Tuğrul'un yokluğuna bir süre daha katlanabilirdim.
Yazarın Tüm Yazıları