Huysuz İhtiyar

Bir İstanbul fethi öyküsü
Haberin Devamı

İlk gençliğimin bayramlarından biriydi. O sıralar, bir apartman dairesinde yalnız yaşıyordum. Akşam üstü kapı çalındı. Köylüce kılıklı, ufak tefek, güleç yüzlü bir adam karşı komşumu sordu.

‘‘Ben Tevfik beylere bayramlaşmaya geldim ama evde yoklar. Nereye gittiklerini biliyor musunuz beyim?’’

‘‘Bugün kendilerini ben de hiç görmedim. Belki onlar da bayram ziyaretine gitmişlerdir. Herhalde akşama gelirler.’’

‘‘Çok uzak yoldan geldim, ne yapayım beklerim.’’ Kapıyı kapattım adamı unuttum. Birkaç saat sonra çöpü dışarıya koymak için kapıyı açtığımda adamcağızı merdivene tünemiş soğuktan titrer bir halde buldum.

‘‘Hálá gelmediler mi?’’

‘‘Gelmediler ağbey.’’

Benden yaşlı olmasına rağmen bana ağabey demesi hoşuma gitmişti doğrusu.

‘‘O soğuk taşlara oturmaktan hasta olacaksın. Gel bari benim evde bekle.’’

Ben daha sözümü bitirmeden adamcağız titreyerek bir koşu içeri daldı ve sobanın dibine bağdaş kurup oturdu. Burnu, kulakları ve elleri soğuktan morarmıştı. Garibin paltosu bile yoktu. Mübarek bayram günü içimi acıma ve şefkát duyguları kapladı.

‘‘Sana bir çay yapayım da için ısınsın.’’

‘‘Sen zahmet etme ağbey, çayı ben yaparım. Sen bana mutfağı göster.’’

Tembel olduğum için benim de işime geldi, adamı mutfağa götürdüm.

‘‘Uuf, amma da bulaşık birikmiş... Yenge yok mu?’’

‘‘Yok, ben bekárım.’’

‘‘Bu koca evde bir başına mı yaşıyorsun ağbey?’’

‘‘Kocaman dediğin ev, sadece üç odalı. Birinde yatıyorum, birinde çalışıyorum, birinde de oturuyorum ve yemek filan yiyorum.’’

Ev gerçekten küçüktü. Ama yüzünden anladığıma göre Salih'in (adı Salih'miş) bir kişinin üç odada birden yaşamasına aklı pek yatmamıştı. Sonra ben, dur tut demeden bulaşıklara girişti. Hızını alamadı mutfak taşlarını da sildi. Bu arada bir de tavşan kanı çay demledi.

‘‘Yahu, durup dururken zahmete girdin. Kapıcının karısı gelip bunları yıkardı.’’

‘‘Ne zahmeti ağbey, elime yapışmadı ya... Hem de paran cebinde kaldı.’’

Salih, arada bir çıkıp Tevfik beylerin kapısını yokluyor, gelmediklerini görünce boynunu büküp dönüyordu. Gece bastırdı, karnım acıktı. Yemeği dışarıda yemeye karar vermiştim ama tanımadığım birini evde yalnız bırakmak istemiyordum. Fakat, kapının önüne koymaya da gönlüm razı olmuyordu.

‘‘Gel çıkıp bir şeyler yiyelim, o zamana kadar Tevfik beyler de dönmüş olurlar.’’

‘‘Dışarıda yemek dünyanın parası ağbey. Evde bir şeyler yok mu?’’

‘‘Pek yok... Belki, biraz kahvaltılık filan var sanırım.’’

Salih,

‘‘Ben bir bakayım.’’ deyip mutfakta kayboldu. Hangi dolabın neresinden buldu, nasıl becerdi bilemem yarım saat içinde çorbalı, patates kızartmalı, salatalı ve bir sürü mezeli mükellef bir sofra hazırladı. Ben de dünden kalan yarım şişe rakıyı getirdim. Bir muhabbet, bir sohbet gece yarısını ettik. Hatta, bir ara Salih'in gözü benim bağlamaya ilişti. Alıp Misket akorduna çekti. Sonra, bir açış yapıp Misket ayağından türküleri sıralamaya başladı. Yalnız geçireceğimi sandığım bu bayram akşamında Salih bana bayram hediyesi olmuştu doğrusu... Rakının dibine doğru yalnız türkü çığırmakla kalmayıp kalkıp oynuyorduk da!.. O gece, Tevfik beyler eve gelmedi. Ben de karlı kış gecesinde İstanbul'un yabancısı bir garibi sokağa gönderemedim. Eski pijamalarımı giydirip kanapede yatırdım.

Öğleye doğru uyandığımda evi tanıyamadım. Her taraf derlenmiş toplanmış, pırıl pırıl temizlenmişti. Üstüne üstlük kızarmış ekmekli ve yağda yumurtalı bir kahvaltı sofrası beni bekliyordu. O gün, Salih çarşıya çıkıp alışveriş yaptı. Onca nevaleyi o kadar ucuza almayı nasıl becerdi anlamadım. Bana bir sürü para üstü getirdi. Tevfik beyler yine gelmedi. Salih de çamaşır yıkayıp banyoyu temizledi. Damlayan muslukları onardı. Duvardaki yuvasından çıkmış elektrik prizlerini de tamir etmeye kalkınca iki kez cereyana çarpıldı. Herifi elektrikçilikten zor vazgeçirdim.

Ertesi gün kalktığımda Salih'i giyinmiş kapı önünde boynunu bükmüş buldum. İçim acıdı.

‘‘Tevfik beylerin geleceği yok ağbey. Senin başına daha fazla dert olmak istemem. Ben köye dönüyorum. Tevfik beye getirdiğim bayram lokumu da sende kalsın.’’

‘‘Dur oğlum, acele etme. Belli ki Tevfik beyler bayramı bahane edip geziye çıktılar. Birkaç güne kalmaz dönerler. Daha önemli bir işin yoksa otur bekle... Bana yük filan olduğun da yok.’’

‘‘Benim önemli ne işim olacakmış ki ağbey?.. Zaten, Tevfik bey bana iş bulacaktı da onun için onca yolu tepip geldikti.’’

‘‘Nasıl bir iş istiyorsun?’’

‘‘Ne iş olsa yaparım ağbey. Sen benim kavruk olduğuma bakma, gücüm yerindedir. Köyde karakucak güleşi bilem tutardım.’’

Doğrusu üç gün içinde Salih'e fena alışmıştım. Muhtemelen aslında, Salih'li hayatın konforuna alışmıştım. İş bulana kadar Salih'i bende kalması için yalvar yakar razı ettim. Bayram sonrası Tevfik bey geldi ve Salih'i hatırlayamadı. Ama yine de Salih'in işiyle ilgileneceğini söyledi. Gece, eve gelen giden arkadaşlarım olduğu için Salih'in oturma odasında yatması yakışıksız oluyordu. Ben de çalışma odamı boşaltıp Salih'e verdim. Artık oturma odasında çalışıyordum. Fakat bir şehzade hayatı yaşıyordum. Yediğim önümde, yemediğim ardımda, içtiğim yanımdaydı. Salih, ütü yapmasını bile öğrenmişti. O güne dek alışık olmadığım kadar şık geziyordum.

Bir akşam gazeteden eve dönünce Salih'i bulamadım. Bir aydır ilk kez soğuk ve sofranın hazır olmadığı bir eve dönüyordum. Belki bir yere çıkmıştır ya da iş bulmuştur diye bekledim. Ama Salih o gece dönmedi. Ondan sonraki hafta da görünmedi. Çok meraklandım. Bütün konforum mahvolmuştu. Yine kahvaltı etmeden gazeteye gidiyor, ütüsüz pantolon ve gömleklerle dolaşıyor, sandviçe talim ediyordum.

Eve geç geldiğim bir gece, eski çalışma odamdan bazı seslerin geldiğini işittim. Odanın kapısını açınca Salih'in her zamanki güleç yüzüyle karşılaştım. Yalnız, odada başörtülü ve şalvarlı akça pakça bir kadın daha vardı. Salih, bir kumandan edasıyla kadına,

‘‘Öp ağbeymin elini!..’’ diye sert bir komut verdi. Bıngıl kadıncağız hoplayıp elime sarıldı. Ben, çekmeyi becerene kadar da birkaç kez öpüp elimi alnına vurdurdu. Artık bir aile hayatına kavuşmuştum. İşten döndüğümde eskisi kadar olmasa da temizce bir ev, hazır bir sofra ve yanmış bir soba bulabiliyordum.

Necibe, gelir gelmez iş bulmuştu. Apartmandaki diğer dairelere temizliğe gidiyor, Salih de askerliğini motorize birliklerde yaptığı için apartmanın tamirat işlerine koşturuyordu. Tabii sık sık cereyana da çarpılıyordu. Ama gönlünde bir el arabası edinip sebze ve meyve satmak yatıyordu. Evin masrafını ben gördüğüm için Salih, para biriktirip bir ay sonra seyyar satıcılığa başladı. Gece, arabasını apartmanın dışındaki su borusuna zincirliyor, satamadığı sebze ve meyveleri odasına taşıyordu.

Bir gün Salih ortadan kayboldu. Arabası su borusunda zincirli kaldı. Necibe,

‘‘Köye gitti.’’ dedi. Üç gün sonra gazeteden döndüğümde Salih'i eski çalışma odamın kapısında beni bekler buldum. Cılız göğsünü şişirdi. Kapıyı açıp içeri sert ve ciddi bir sesle komut verdi:

‘‘Öpün lan emminizin elini!..’’ Odadan ikisi kız üç küçük çocuk fırlayıp ellerime yapıştılar.

Bir odada beş kişinin yaşaması hem sağlık hem de ahlak açısından doğru değildi. Karyolamı oturma odasına taşıyıp yatak odamı Salih'in çocuklarına bıraktım. Zaten Salih, çocuklarını getirirken köyden şilte ile yorgan da getirmişti.

Aynı odada çalışmak, yemek içmek ve yatmak o yaşımda benim için aman aman bir dert değildi. Asıl sorun, Salih'le Necibe işe gittikleri için yalnız kalan çocukların bakımıydı. Kendi kendilerine yetemeyecek kadar yaşları küçüktü. Ben de çocuklara elimden geldiğince gözkulak olmaya başladım. Yemeleri, eğitimleri, oynamaları hatta kaka etmeleriyle ilgilenmek zorunda kaldım. Karikatürlerimi çoluk çocuk patırtısı arasında bir acele çiziktiriyor ve gazeteye götürmesi için bizim köşedeki taksicilerden birine veriyordum.

Bir gece evde kıyamet koptu. Salih, Necibe'yi çok fena dövdü. Çocukların feryatlarına dayanamadım, karı-koca arasına girilmez kuralına boşverip Necibe'yi Salih'in elinden aldım. Necibe,

‘‘Herbirkeslerin radyosu var. (Tabii, o yıllarda herbirkeslerin televizyonu yoktu.) Her gün eşşek gibi çalışıyorum. Ben de odama bir radyo isterim!..’’ diye tutturmuş. Salih de şeherli karılara özendiği için Necibe'yi bir güzel dövmüş.

Çalışma masamdaki radyoyu Necibe'ye verince bu aile faciası da halledildi. Ama halledemediğim ciddi başka bir sorun vardı. Salih'in köyünden gelen akrabaları ve hısımlarına çare bulamıyordum. Çok kez bir köy kahvesine dönmüş olan oturma odamda 15-20 kişi arasında espri bulmaya ve karikatür çizmeye çabalıyordum.

*

Bir gece yarısı, en gerekli eşyalarımı topladım ve sessizce evi terk ettim. Çalıştığım gazeteye en yakın bir Sirkeci otelindeki dört kişilik bir odaya taşındım. Ayak kokuları ve horultular içinde hayatımın en derin ve keyifli uykularını uyudum.

Bugünün İbrahim Tatlıses kasetli, patatesçi hoparlörlü, inşaat gürültülü, seçim otobüsü çığlıklı İstanbul'unda hálá o Sirkeci oteli uykularının hasretini çekmekteyim.

Yazarın Tüm Yazıları