HADEP kaygısından kurtulamayacak mıyız?

Ankara’daki HADEP kuşkusu, ülke için yararlı birçok kararın önünü tıkıyor. Oysa artık olasılıklara ve felaket senaryolarına dayandırılan korkulardan kendimizi kurtarıp, güven duygusu ve geniş bir vizyonla hareket etme zamanı gelmedi mi?

Geçen hafta arka arkaya birkaç gelişme yaşandı. Ardından da iki önemli makale yayınlandı. Hepsini yan yana koyduğumuz zaman, HADEP kuşkusunun nasıl içimize yerleştiği ve tüm gelişmelere rağmen yöneticilerimizin bu kaygıyı içlerinden atamadıkları ortaya çıkıverdi.

Mesut Yılmaz, ANAP’ın reform paketindeki Yerel Yönetimler bölümünü anlatırken gazetecilere söyledikleri çok dikkat çekiciydi. Yılmaz, Yerel Yönetimlere Ankara’nın nasıl ters baktığını dillendirdi. Bundan dolayı da, önerdikleri paketin bu bölümünde gereken serbestiyi sağlayamadıklarını, Devleti temsil eden Valilerin yetkilerini tam bir denetleme çerçevesine soktuklarını belirtti.

Mesut Yılmaz’ın üstü kapalı şekilde anlatmak istediği şuydu:

Eğer Yerel Yönetimlere yetki verilirse, bazı bölgelerde HADEP egemen olur ve sonra da ne yapacakları bilinmez. Bundan dolayı, yetkileri tümüyle Yerel Yönetimlere verilmesi sancı yaratıyor...

X X X

Ardından bir başka tartışma başladı.

Seçim yasasındaki barajın yüzde 10’dan, yüzde 7-8’e çekilmesi.

CHP ile DYP’nin işine gelmediğinden dolayı, bu iki parti karşı çıkıyorlar. ANAP barajın indirilmesinden yana. MHP, askerin bu konudaki duyarlığını bildiği için olumsuz bakıyor. DSP ise, konuya girmek dahi istemiyor.

Bu tartışmaya , Cumhurbaşkanı Sezer’de “baraj korunmalı”diye katıldı.

Barajın indirilip indirilmemesi tartışmasında, siyasi parti çıkarlarının dışındaki en önemli unsur yine HADEP. Baraj 8’e indiği taktirde, bu partinin mutlaka Meclis’e gireceği varsayılıyor ve bunun da ülkeye zararı olacağı belirtiliyor.

Bu gelişmeler sırasında,Oktay Ekşi’nin başmakalesi yayınlandı.
Ekşi, ülkedeki her kesimin temsil edilmesi gerektiğine dikkat çekerek, yüzde 10’luk barajın arkasına saklanılmasının sakıncalarına değindi. Özellikle de Cumhurbaşkanı’nın yaklaşımını eleştirdi.

Benim ilgimi çeken diğer makale, Ertuğrul Özkök’ün Bulgaristan ziyareti sonrasındaki gözlemleriydi.

Kısa bir süre öncesinde kadar, Türk kökenlileri yok etme politikası uygulayan Bulgaristan’ın, Demokrasiye geçişten sonra nasıl değiştiği, köken unsurunun nasıl ortadan kaldırıldığı ve Bulgarların Türk kökenlileri nasıl benimsediklerini anlatıyordu.

Bulgaristana uzunca süredir gitmediğim için, Özkök’un yazdıkları çok çarpıcı geldi. Türk ve Bulgarların aynı çatı altında, ortak bir geleceği paylaşmak konusunda vardıkları uzlaşı heyecan vericiydi. Özkök’e göre, çoğunluktaki Bulgarlar Türk kökenlileri düşman gibi görmeyi bıraktıkları gibi, Türk kökenliler de aynı şekilde birlikte yaşamayı içlerine sindirmişler.

Özkök yazısını, hem Türkiye’yi yönetenlerin, hem de HADEP’lilerin bundan gereken dersleri almaları gerektiğine dikkat çekiyordu.

HADEP İLE BİRLİKTE YAŞAMAK ZORUNDAYIZ

Dikkat edecek olursanız,Güneydoğu’yu yine unutuverdik.

Sanki 15 yıl boyunca oralarda bir savaş yaşanmamış, sanki binlerce insan hayatını bir dava uğruna kaybetmemiş gibi davranıyoruz. Bunca acıdan sonra karşılıklı yaraları sarmak için hiç çaba harcamıyoruz.

Oysa artık barut dönemi bitti ve uzlaşı dönemi başladı.

Bazı çevreler için HADEP hala düşman. PKK’dan hiçbir farkı yok. Bundan dolayı da Meclis’e girmeleri engellenmeye çalışılıyor.

HADEP’in PKK etkisi altında olduğu ve kendini etnik bir parti görünümünden bir türlü kurtaramadığı da biliniyor. Bunun saklanacak bir yanı yok. PKK’lılar HADEP’i kontrol altında tutmaya çalışıyor. Ancak ortada bir de gerçekler var. HADEP’in bölgede tabanı var. Özellikle Güneydoğu’daki savaşı yaşamış olanlar bu konuda çok katı davranıyorlar.

Önümüzde iki seçenek var. Ya belgedeki güvenlik baskısını sürdüreceğiz veya HADEP’i etnik parti olmaktan çıkarıp Meclis’e sokacağız. Bölücülük dışına çıkarıp, siyaseti paylaşacağız. Acaba hangisi daha sağlıklı. Hangisi barışı sürekli yapar?

Asıl güç olan Türkiye Cumhuriyetinin, nasıl farklı düşünüp elini Güneydoğu’ya uzatması ve yeni bir süreci başlatması gerekiyorsa, HADEP’in de aynı yaklaşımla ortaya çıkması şart.

Barışı ancak bu şekilde sürdürebiliriz. Çözüm, hem Devletin, hem de HADEP’in yeni bir değerlendirme yapmalarıyla sonuçlanabilir.

11 Eylül sonrasında dünya öylesine değişiyor ki, bizim hala geçmişte yaşamaya çalışmamız, sadece ülkemize zarar veriyor.

Büyük düşünebilecek, vizyon sahibi, uzlaşıyı ön plana çıkaracak kimseler yok mu şu ülkede? HADEP’e yol gösterecek insanlar neden seslerini çıkartmıyorlar? Biz hep böyle kabile çatışmaları, mezra kavgaları, tarla anlaşmazlıkları yüzünden onlarca insanın anlamsız şekilde birbirini öldürdüğü bir toplum olarak mı kalacağız.

*** *** ***

ERBAKAN’IN NE GÜNAHI VARDI?

Yıllar öncesine gidelim.

1974’te askeri harekat yapılmış ve Ada’nın kuzeyi Türk Silahlı Kuvvetlerinin eline geçmişti. O dönemde Ecevit-Erbakan koalisyonu vardı.

Amerikan Dışişleri Bakanı Kissinger’in ısrarı üzerine, Türkiye Cenevre’de toplanan 2 inci Kıbrıs konferansında, Federasyon tezi yerine 5 ayrı kantondan oluşan bir çözüm önerisinde bulunmuştu.

Atina’da, cunta’nın devrilmesi üzerine Karamanlis iktidar olmuş, Lefkoşa’da da Klerides Cumhurbaşkanlığı koltuğundaydı. Hayatlarının en büyük hatalarını yapıp, 5 kanton önerisini reddettiler. Bunun üzerine de, Türk Silahlı Kuvvetleri 2 inci askeri harekatını başlatıp, bugünkü sınırlara kadar geldi ve Kuzeyin tamamını kontrolleri altına aldı. Eğer Yunanlılar biraz uzak görüşlü olsalar ve “ilke olarak kabul ediyoruz,haydi gelin ayrıntıları konuşalım”deseler, Türkiye 2 inci harekatını yapamayacaktı.

O günleri hatırlarsanız, 5 kanton önerisine Erbakan büyük bir hiddetle karşı çıkmıştı. Erbakan “tül federasyon”adını takmıştı. “Ada’da Türklerle Rumlar ayrı bölgelerde oturmalı ve bunun üstüne de bir tül gibi şeffaf-yani yetkileri son derece zayıf-bir federasyon şapkası oturtulmalı”diyordu. (Erbakan, daha iyi olacak.Türkler 5 kantondan fışkırıp Ada’nın tamamını alabilir, diye ikna edilmişti)

O günlerde Ecevit, Erbakan’ı ülkenin temel çıkarlarına zarar verecek yaklaşımlarda bulunmakla suçlardı. Bu formülün Ada’nın ikiye bölünmesi anlamına geleceğini ve adı konmamış bir Taksim olunacağını ileri süren Ecevit, Ada’nın taksim edilmesinin Yunanistanın Akdenize davet edilmesine yol açacağını savunurdu.( ! )

Hey gidi günler hey...

Nerelerden nerelere geldik.
Yazarın Tüm Yazıları