Gidelim Göksu’ya

İstanbul’daki masallarımın ikincisini Göksu’ya ayırdım. Bir zamanlar kutsal suların, lezzetli patlıcanlar yetiştiren bostanların, gül bahçelerinin, gümüş servilerin süslediği bu mesire yerinde kayık sefaları, eğlenceler düzenlenir, üstü kapalı aşklar yaşanırdı.

Şairlere ilham kaynağı olan Göksu şimdi tüm güzelliklerinden soyunmuş bir vaziyette eski günlerini özlüyor.

‘Gidelim Göksu’ya bir alemi-ab eyleyelim

Ol kadehkar güzeli yar olarak peyleyelim

Bize bu talihimiz olmadı yar neyleyelim

Ol kadehkar güzeli yar olarak peyleyelim’

Klasik Türk müziğine düşkünlüğünüz varsa, Hristaki Efendi’nin bu bestesini mutlaka bilirsiniz. İşte bütün gezim sırasında bu dörtlüğü mırıldandım durdum. Çünkü bu mısraların ahengine kanarak, güneşli ve soğuk bir günde Göksu’ya gittim.

Siz de giderseniz şimdiki çirkin görüntülere, çamur renkli sulara sakın aldanmayın. Göksu ile Küçüksu dereleri arasında kalan bu alan, yüzyılın başına kadar Boğaziçi mesireleri arasında en meşhuru idi. Batılı gezginler bu iki dereye, ‘Asya’nın tatlı suları’ adını takmıştı. Derelerin üzerine atılmış ahşap köprüler, ağaç kümeleri, ulu çınarlar, kızılağaçlar, hele hele servi ormanları görüntüyü bir tabloya çevirirdi... IV. Murad ağaçların görüntüsünden öylesine etkilenmişti ki, buraya ‘Gümüş Servi’ adını takmıştı.

Uzun ve geniş bir vadiden gelip, Anadoluhisarı’nın hemen yanında Boğaz’la kucaklaşan Göksu’nun ve mesire yerinin bugünkü halini sonra anlatırım. Hem anlatmaya ne lüzum var ki. Her şey gözler önünde zaten!.. Buranın geçmişini anlatmak daha keyifli. O günleri hayal etmek bile insana ‘tatlı bir huzur’ sunuyor. Buranın çok eski geçmişine, Bizanslıların yaşadığı döneme dönersek; o zamanlar bu alan gür ormanlarla kaplıydı. Ağaçların arasında su kaynakları vardı. Bu kaynaklardan fışkıran sular Bizanslılarca kutsal sayılıyor, bu sulardan içenlerin hastalıklardan kurtulduğuna, günahlarından arındığına inanılıyordu. Onun için her su kaynağının başına bir ayazma yapılmış, bu ayazmalara da koruyucu aziz tasvirleri konulmuştu.

Bizanslılar buraya ‘Kutsal Kuyular’ anlamına gelen ‘Potamonion’ adını vermişlerdi. Gürül gürül ve pırıl pırıl akan dereye de, ‘güzellikler’ anlamında ‘Aretea’ demişlerdi. Bizans’ın tüm hastaları, tüm günahkarları üşenmez, onca yolu aşıp buraya gelirlerdi. Bu alışkanlığı, Bizanlıların torunları İstanbullu Rumlar da sürdürdü. 8 Eylül’de düzenlenen Ayazma törenleri için, Şirket-i Hayriye birçok kere Eminönü’nden ek seferler koymak zorunda kalmıştı. Akın akın buraya gelen Rumlar, yanlarında Müslüman Türk komşularını da getirirlerdi. Müslümanlar da bu şifalı ve kutsal suların insafına sığınır, sonra hep birlikte gönül rahatlığı ile çayırda eğlenirlerdi. O günlerin anılarına bakılırsa, çayırın her köşesinde laternalar çalınıyor, sirtakiler oynanıyordu. Eğlenceler ağaçlara asılan fenerlerin eşiğinde gece de devam ediyordu. Pano’daki koca şarap fıçılarından doldurulan şişeler teker teker boşalıyordu.

ÇELEBİ ANLATIYOR

Göksu, Bizans’tan sonra Osmanlı’nın da önemli buluşma ve eğlence yerlerinden biri oldu. Burada sözü Evliya Çelebiye bırakmak en doğrusu. Çelebi bu mesire yerini Seyahatname’sinde ballandıra ballandıra şöyle anlatmıştı: ‘Göksu hayat suyu bir nehirdir. Alem Dağı’ndan beri akar. İki tarafı uzun ağaçlarla süslenmiş bağlardır. Halıcızade bahçeleridir, un değirmenleridir. Bu nehrin üzerinde ağaç bir köprü vardır. Bütün aşıklar, kayıklar ile bu nehirden gezinti köylerine ve yeşilliklere varıp, her güzel ağacın gölgesinde zevk ü safa ederler. Bu yerde bir çeşit kırmızı toprak olur. Ustalar bundan çeşit çeşit çanak, çömlek ve testiler yaparlar...’

O devirde Göksu ile Kağıthane mesiresi arasında sıkı bir çekişme vardı. Beyoğlu’nun eteklerinde yer alan Kağıthane Deresi ve çayırı, yabancıların, levantenlerin, azınlıkların en popüler buluşma yeriydi. İlk kez Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatında imparatorluğun has bahçelerinden biri olan Kağıthane, sonraları Osmanlı’nın en gözde mesire yeri olmuştu. Bu gözdelik Patrona Halil İsyanı’na kadar sürdü. 1730’daki kanlı ayaklanma sonunda Kağıthane mesiresi yerle bir olunca Göksu rakipsiz kaldı.

Göksu Deresi’ni bugünün Nişantaşı, Bağdat Caddesi gibi gözde ‘piyasa’’ yerlerine benzetmek olası. Şimdilerde son model arabalarla yapılan gösteri gezileri, o yıllarda Göksu’nun pırıl pırıl sularında ‘piyade’ adı verilen maun kayıklarla yapılıyordu. O dönemin zengin aileleri, peçelerinin altında güzelliklerini saklayan hanımlar, feslerini yana devirmiş, yelekli takım elbiseleri içinde yakışıklı beyler, aşıklar, aşkını izleyenler, yasak ilişkilerin peşinde koşanlar tekmili birden buraya üşüşürdü. Derede kayıklar, dere kıyısında atlılar, atlı arabalılar, yayalar ‘bir tatlı huzurun’ peşinde dolaşıp dururlardı.

Bu gezintilerin en önemli kişilerinden biri de şair Nedim’di. Şair bu gezintilerin birinde, önünden geçen üç çiftenin içindeki bir güzele vurulmuş ve şu mısraları yazmıştı:

‘Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım

Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde’

LEZZETLİ PATLICANLAR

Göksu mesiresi öylesine muhteşemdi ki, III. Selim ve II. Mahmud, Küçüksu Kasrı’na sık sık gelip, bu muhteşem doğanın içinde beste yapıp, şiir yazarlardı.

Derenin kıyısındaki değirmenlerde öğütülen has un ile sarayın ekmeği yapılırdı. Bostanlarda yetişen patlıcanın ise tadı tarif edilecek gibi değildi. En lezzetli ‘Hünkar Beğendi’ler bu patlıcanların eseriydi. Bostanların arasını ise çiçek bahçeleri süslerdi. Bu bahçelerdeki nergisler, güller tüm çayıra mis gibi kokular yayardı.

Göksu -Küçüksu- çayırının son dönemlerini hayal meyal hatırlıyorum. Çayırda top peşinde koşuşturduğumu, koca siyah kazanlarda kaynayan mısırları kemirdiğimi, annemin hazırladığı piknik sepetindeki kuru köfteleri ekmek arası yaptığımı, bir tülün ardından görür gibi oluyorum.

Geçenlerde -karlı bir gündü-, Göksu Deresi’nin, Küçüksu çayırının bugünkü halini görmeye gittiğimde, Küçüksu Kasrı gözüme çarptı. Birden 40 yıldan beri gördüğüm bu kasrın içini hiç gezmediğim aklıma geldi. Kapısında bir polisin nöbet tuttuğu Boğaz’ın bu süs taşını, bir rehber eşliğinde gezdim. Sonra martıların soluklandığı bahçede, bir yanıma çeşmeyi, karşıma da Rumelihisarı’nı alıp tekrar geçmişe döndüm.

Küçüksu Kasrı, sadrazam Divitdar Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış ve I. Mahmud’a hediye edilmişti. Bu ahşap köşk, uzun süre padişahların sığınağı olmuştu. III. Selim 1792’de köşkü büyük bir tadilattan geçirtmiş, önüne de annesi Mihrişah Sultan için bir çeşme yaptırmıştı. Sultan Abdülmecid ise bu av köşkünü tamamen yıktırmış, Dolmabahçe Sarayı’nı da babasıyla birlikte yapan mimar Nigoğos Balyan’a bugünkü kasrı inşa ettirmişti.

Soğuk odalarda, yanmayan süslü şöminelere, her hallerinden çok rahatsız oldukları belli olan işlemeli koltuklara, eprimiş ipek halılara, tavanlardan sarkan kristal avizelere, mumları yansıtmak için yükseklere asılmış büyük aynalara baktıkça içim üşüdü. Burada yaşanmış olan hayatlar hakkında sıcak bir ipucu yakalayamadım.

Abdülaziz’in tahta çıktığı ilk yıllarda, İngiltere veliaht prensi VII. Edward, özel bir ziyaret için İstanbul’a gelmişti. Padişah konuğuna burada bir öğle yemeği vermişti. Kasırda mutfak olmadığı için, yemekler Dolmabahçe’den özel kaplar içinde çatanalarla taşınmıştı. Ziyaret resmi olmadığı için herkes yemeğe sivil kıyafetlerle katılmıştı. Yemek sonunda padişah konuğuna, ‘birinci rütbeden murassa Osmanlı nişanı’ hediye etmişti.

ÖZEL KONUKLAR

Son halife Abdülmecid Efendi de, yedi çifte kuşlu kayığı ile bir yaz mevsiminde kasra inmiş, çayırda çalan ‘Darültalimi Musiki Heyeti’ni dinlemiş, kendisine ikram edilen kahve ve haşlanmış mısırı yedikten sonra tekrar saraya dönmüştü. Yaz aylarında Boğaz’da uzun tekne gezileri yapan Atatürk de bazen kasra iner, üst katta güneş batarken Bebek koyunu seyrederek manzaranın tadını çıkarırdı.

Daha anlatılacak çok geçmiş var ama bugüne gelmek lazım. Aslında bugünün çirkinliğinin ilk tohumları, 1909 yılında yağan müthiş sağanak yağmurla atıldı. O gün gök, adeta yırtıldı. İstanbul’un tüm dereleri sel olup, etrafını yıka döke denize doğru koşturdu. Bu derelerin arasında Göksu da vardı. Coşan dere üstündeki köprüleri yıktı, ahşap konakları örseledi, sandalları parçaladı, çayırı bataklığa çevirdi. Bu felaketten sonra dere ve çayır gözden düştü. Konaklar, köşkler terk edildi. İkinci darbeyi ise 1930’larda kurulan ve çevreyi toza dumana boğan Halat ve Tuğla Kiremit Fabrikaları vurdu.

Daha sonra Boğaziçi Köprüsü’nün inşaat çalışmaları öldürücü darbeyi indirdi. Çayır şantiyeye dönüştü, ağaçlar kesildi. Köprünün beton ve çelik tabliyeleri burada hazırlandı. Bunu Fatih Köprüsü’nün çalışmaları izledi.

Oraya vardığımda tüm geçmiş tası tarağı toplayıp gitmişti. Anadoluhisarı’nın karşısındaki yoldan içeri girip, yukarıda anlattığım dönemleri düşleyerek yürümeye başladım. Sol tarafta iki üç katlı, özelliği ve güzelliği olmayan beton evler vardı. Sağda ise evlerin arasından, çamur çamur akan Göksu Deresi görünüyordu. Kayıklar ve küçük tekneler burayı artık, Boğaz’ın sert rüzgarlarından saklanmak için kullanıyorlardı. Yine dere kıyısında pembe bir bina vardı. Kapısında buranın ‘Güzelcehisar’ ilköğretim okulu olduğu yazıyordu. Aydın Boysan’ın ‘İstanbul’un Kuytu Köşeleri’ adlı kitabına göz attığımda, buranın 1920’li yıllarda da ahşap bir okul binası olduğunu öğrendim. Aydın Bey’in annesi burada öğretmenlik yapıyordu. O da annesiyle birlikte okula geliyor, derenin pırıl pırıl sularında yüzen kaplumbağaları seyrediyordu. Solda evler bitince, eski ve yeni mezarların kucak kucağa durduğu mezarlık başlıyordu.

Yorulunca geri döndüm ve derenin kıyısındaki Hüseyin Bey’in kafeteryasında oturdum. Sessiz soluksuz, uzun uzun çevreyi seyrettim. Bu yoksul, çirkin, biraz da hüzünlü görüntülerin, muhteşem bir geçmişten süzülüp geldiğine kendimi bir türlü inandıramadım.
Yazarın Tüm Yazıları