Formunu veren Allah, bir gün üstünü doldurmayı da nasip eder

Arkamda televizyon açık, Baykal, Erdoğan ve Unakıtan’ın karşılıklı açtıkları davaları ve bu davalara sebep olan "muhabbeti" takip etmekteyim.

Haberin Devamı

Sen mi densizsin ben mi ahláksızım tonunda, en senli benli hakaretamiz makamdan, aralara da türkü mürkü çeşni ederek, tatlı tatlı (!) atışıyorlar. Biz zavallılara da bu áşık atışmasını haber niyetine izlemek düşüyor.

Zihnimde, gazeteci olmayı kafaya koyduğum çocukluk günlerime dönüyorum ve yanakları yerçekimine karşı koyamayan o suratsız çokbilmişi, güllabici odunuyla dövmek istiyorum.

Unakıtan’ın, Erdoğan’ın filan "crash test dummy" modeli kuklalarını piyasaya sürseler, onlara girişmeyi yeğlerim tabii ama heyhat...

Döve döve kendimizi dövüyoruz yine.

Unakıtan’ın mal varlığı meselesi konusunda kendisini eleştiren Baykal için; "Arı sokmuş gibi bağırıyor!" dediği sırada, hangi mahlukatın kimi neresinden sokmasını istediğimi beynimde sıralamaya çalışıyor ve bu maalesef sadece bir fanteziden ibaret olduğu için kendi kafamı düzenli aralıklarla donk donk donk masaya vuruyordum ki, telefonum acı acı çaldı.

Kaldırıp kafama bir kere de onunla vurduktan sonra ahizeyi kulağıma götürdüm.

Gazetenin hukuk bürosundan arıyorlar. "Buyrun" dedim "az sıkıldığım bir günümde yakaladınız, lütfen tüy dikiniz. Yeni dava mı açıldı, mevcut davalardan biri mi sonuçlandı? Bu aralar gayet de edepli bir dil tutturduğumu sanıyordum oysa?"

"Yok" dedi telefonun diğer ucundaki hanımefendi; "Merak etmeyin öyle bir şey değil. Bu ayın 20’sine kadar, köşe yazarlarımızın valiliğe mal beyanında bulunması gerekiyor. Size bir form yolladım. Mal beyanında bulunduktan sonra, kapalı bir zarfla bize yollarsanız, biz gerekli yere ulaştırırız."

Allah razı olsun, sayelerinde günün ilk kahkahasını atmak nasip oldu. "Valla" dedim, "bir cep telefonum var ama muhtemelen onu da ayın 20’sine kadar kaybederim. İsterseniz, ben size o e-postayı gerisin geriye postalayayım?"

"Maalesef" dedi, "Çıkış alıp imzalamanız gerekiyor."

"E peki n’apalım" dedim, "Valilik zarfı açtığında, üzeri boş senedin altına atılmış imza gibi bir şeyle karşılaşacak desenize. Eh, her şeyde bir hayır var. Formunu veren Allah, bir gün üstünü doldurmayı da nasip eder inşallah di mi? Ehe ehe..."

"İnşallah; o da olur bir gün" dedi Avukat Hanım sanırım biraz da merhametle, sessizce dağıldık.

AH BE TOMBİŞİM NE KADAR NAİFSİN

Televizyona döndüm. Televizyondaki "çok sesli koro"nun hede hödö kanonuna...

TRT Ankara Radyosu Çoksesli Müzikler Müdürü Ergin Erenoğlu’nun Pavarotti’nin müziği için "getirdiği yorum"dan ilham almaya kalkıp, "Kapatın lan şu gavur müziğini!" diye bağırsam şimdi, o da uymayacak. Buna ne uyar? Ayrı Kafalardan Çok Bağırma Ama Tek Bir Ses Çıkarma Yani Bol Konuşup Hiçbir Şey Söylememe Sanatı Eseri?

Hani İkbal Gürpınar gibi "ailemizin spikeri" tadında bir çalışanına bile "Gülüşün TRT’ye hafif kalıyor" diyerek "aşüfte Fahriye" muamelesi çekip de istifasına yol veren TRT; genelge ile sanatçıların saç uzatmalarına, küpe takmalarına ve sakal bırakmalarına müdahale eden TRT...

Bu, artık müstehcen sayılacak "muhabbete" ne diyor acaba?

İkbal Gürpınar’ın gülüşü mü çoluk çocuğun edebini adamını bozar acaba, yoksa bu kıllı ve kıllanan adamların bol küfürlü pişkinlik senfonisi mi?

La Stampa Gazetesi’ne şu "Kapatın lan şu gavur müziğini!" meselesiyle ilgili açıklama yapan Pavarotti’nin hayreti ne kadar naif değil mi?

"Ben mesleğe Ankara’da başladım. Türkiye’de en ufak bir hoşgörüsüzlük görmedim. İstanbul’da da müzikten anlayan bir seyirci var. İnanmam, inanmak istemiyorum."

Ah be tombişim neye inanmıyorsun? Konunun iyi dinleyiciyle ne alákası var?

La Repubblica "Pavarotti ve Batı müziği, Türkiye’de gavur damgası yedi" diyor ve türküperver TRT’nin yeni kadrosunun AKP tarafından belirlendiğini vurguluyor.

Corriere della Sera; "Laik Türkiye’nin önderi Atatürk ve onun izleyicisi İsmet İnönü, Batılılaşmak için Batı müziğine büyük önem verdiler" diyor ve yine Erdoğan’ın laikliği tartışmaya açtığını iddia ediyor.

Il Giornale; "Türkiye’de Pavarotti aforoz edildi" diyor ve Erdoğan’ın oğlu Bilal’in nikáhında, İtalyan tenorun aryaları dinlenmiş olmasına dikkat çekiyor.

Los Angeles Times, başka bir konudan girip, Türkiye’nin yeni bir Atatürk’e ihtiyaç duyduğunu söylüyor.

Bravo. Dünya, Türkiye’yi konuşuyor.

MÜSLÜM JİLETÇİLERİ GİBİ HİSSEDİYORUM

Bu arada bizimkiler, gayet yerel bir kavganın dibini harlamış, "Tencere dibin kara, seninki benden kara" türküsünü hep bir ağızdan çığırıyor.

Kemal Abim yanık yanık söylüyor: "Önce villalarımı yıkacam, sonra onları depreme dayanıklı bir şekilde yeniden dikecem, ondan sonra da parça parça memleketi satacam, satacam da satacam, seni de satacam hey gidinin Baykal’ı, adını da satılmış koyacam, oy anam de loy deloy loy..."

Müslüm jiletçileri gibi hissediyorum yemin ederim. Bilekten başlayıp, şah damarına kadar şöyle bir süreyim diyorum.

Mal varlığımı açıklıyorum: İki damlalık canım vardı, devletlüme helál olsun. Zaten asabımızın anasını sattınız, alınız, kanımızı da münasip bir kan bankasına satınız.

Ama bu günler de geçecektir elbet. Zira opera, şişman kadın şarkısını söylemeden perdesini indirmez, unutmayınız...

O sole teeeeey teeeeey teeeeeey!..

Adnan Polat gözüme seksi göründü

Perşembe günü; Murat Birsel’le Basın Odası’nın konuğu Adnan Polat’tı...

Tabii ki öncülük ettiği Galatasaray’a Destek Kampanyası ile ilgili soruları yanıtlıyordu.

Son zamanlarda gelişen olayların etkisiyle olsa gerek, bin yıldır suratına baktığımız Adnan Polat, durduk yerde gözüme resmen seksi göründü.

Sesini filan beğeniyorum, böyle bir şey olabilir mi? Hiçbir öksürük krizinin telafi edemeyeceği türden bir gırtlak hırıltısıyla konuşuyor ve ben ekranın karşısında, sanki karşımda sigara-viski gargaralı Rod Steward şarkı söylüyormuşçasına kulak kabartıyorum.

Yanımda benim gibi hasta Cimbomlu bir kız arkadaşım var, yüzümü kızartıp bunu ona söyledim. "Oha! Al benden de o kadar! Fakat ben söylemeye utanıyordum!" dedi iyi mi!

Kadınız neticede... İyiniyetli işbitiriciliği karizmatik bulmaya mahkûmuz yani...

Biz de kenara ayıracağımız üç-beş kuruşla destek çıkmaya kararlıyız fakat bir yandan da muallaktayız.

O para dönüp dolaşıp Canaydın yönetimi tarafından murdar edilecek diye korkuyoruz ve bakın bunu dile getirmekten hiiiç utanmıyoruz.

Polat’a, "Bunu niçin yönetim değil de siz başlattınız?" diye soruyorlar.

Doğru bir soru, hoş bir soru da biraz boş bir soru.

YA CANAYDIN YAPSAYDI

Ne yapacaktı yani Canaydın? "Abilerim ablalarım, biz beceriksiziz biliyor musunuz? Koskoca Avrupa arslanını, Real Madrid’i yenmecesine Süper Kupa’yı almış Galatasaray’ı, kargalara palyaço ettik. Milletin, özellikle de Fenerliler’in artık size kıçıyla gülmesini istemiyorsanız, hadi pamuk eller cebe. Ki biz o paraları yine kara deliğe gömelim." Bunu mu diyecekti yani?

Polat, böyle bir girişim başlattığında onun adı destek kampanyası olur, Canaydın başlatacak olsa, hem suçlu hem pişkin tondan dilencilik...

Şahsen ne kadar çıkabilirsem, o kadar destek çıkmayı planlıyorum. Fakat bir yandan da paramın nasıl kullanıldığının hesabını kuruşu kuruşuna almak istiyorum.

Ve gittiği yerden hoşnut kalmazsam, tek kuruşunu da helál etmiyorum. Galatasaray’a helál olsun, fakat bu hikáye bir fiyaskoya dönüşürse, Canaydın’a haram olsun.

Bu kadar da açık söylüyorum.

Düzeltme metni

Haberin Devamı

Vay be, ne Candy’ymiş

Geçen haftaki yazı üzerine, sayamadığım adet e-posta aldım. Herkes, nehirde soğukalgınlığı kapan ve akrabasıyla battaniye altında çıplak sarılmak suretiyle havaleyi atlatan elemanın Candy değil, ona çok benzeyen Cici Kız Georgie olduğunu hatırlatıyor ve Candy’nin namusuna sürdüğüm bu lekeyi temizletmek istiyor. İşin komiği, gelen mesajların hepsinde, "Merak etmeyin, benim bellek biraz sapık, başka kimse fark etmemiştir" diyor iyi mi!

Gelen yüzlercesini temsilen bir e-postaya yer vereyim; Candy’nin namusunu kurtaralım he mi: "Ebru Hanım, iyi günler dilerim. 29 Ocak 2006 tarihli yazınızda küçük bir hatanızı gözlemledim ve düzeltmeden edemeyeceğim. Çünkü Japon animelerini, özellikle Candy ve ardından Cici Kız Georgie’yi büyük bir hayranlıkla izlerdim. Hatta geçen yıllar içinde iki animeyi de tekrar yayınlamışlardı. Kocaman, iş güç sahibi bir kadın olmuş olsam da yine de keyifle seyretmiştim tekrarlarını. Yazınızda gördüm ki, siz iki animeyi birbirine karıştırmışsınız. Donma tehlikesi atlatan anime Candy değil Georgie idi. Donma tehlikesi geçiren bizzat Georgie’nin kendisi idi. Onu hayata döndürmeye çalışan ise üvey abilerinden küçük olan Arthur’du. (Büyük abinin adı ile Abel’dı. Her iki üvey abi de Georgie’ye aşıklardı.) Neyse daha fazla detaya girmeye gerek yok sanırım. Size neşeli ve sağlıklı günler dilerim. Sevgilerimle. A. Öykü Hayfavi..."

Sizin nezdinizde, herkese teşekkür ederim Öykü Hanım; sevgi saygı bizden size...

Yazarın Tüm Yazıları