Finalist

BU sabah, elinizdeki gazetenin son şehir içi baskıları dönerken, çok uzaklardaki Edmonton Stadı'nda bir Türk kızı yaşamının en çetin koşusunu koşmaktaydı. Şu satırları okuduğunuzda, yarış çoktan bitmiş, sonuç belli olmuştur.

Ama, dereceye girsin girmesin, Süreyya Ayhan'ın Dünya Atletizm Şampiyonası'nda 1.500 finalini koşmuş olması bile başlı başına başarı sayılır. Olimpiyatlarda ve dünya şampiyonalarında o aşamaya gelmek, yıllar süren elemelerden süzülerek zirvedeki üstün düzey platformuna ulaşmış olmak demektir. Madalya kürsüsü, olsa olsa, bu başarının taçlandırılışı olur.

Dünkü Hürriyet'te beyaz yakalı okul önlüğü ve uzun siyah çoraplarıyla koşan küçük kızın fotoğrafını görenler rastgele bir Anadolu kentinden Edmonton Stadı'na gelişin ne demek olduğunu daha iyi anlamışlardır. Süreyya, dünya düzeyinde final koşan ilk Türk kızı değil elbette; geçen Sevilla Şampiyonası'nda Türkiye formasıyla yarışan Ebru Kavaklıoğlu da 5.000 metrede beşinci olmuştu. Ama o, daha önceki bir uyrukluğun başka topraklarda verdiği eğitim ve yetişme olanaklarının ürünüydü.

Süreyya ise yerli kuraklığın içinde sivrilebilen nadir bir fidan.

Onun başarısı ne kadar sevindirici ise, burada doğup büyüyerek dünya finaline erişebilen tek kadın atletimiz olması da o derece düşündürücüdür. Türk atletizmi, 1948 Londra Olimpiyatları'nın üç adım üçüncüsü rahmetli Ruhi Sarıalp'ten sonra sevinebilmek için bu kadar uzun süre beklemeli miydi?

Bu ülkenin sporundan sorumlu hiç kimse başını öne eğmeden böyle bir soruya yanıt veremez.

En başta da, yıllar yılı ‘‘Olimpiyat kenti İstanbul!’’ diyerek muazzam ödenekleri heba etmiş olanlar.

Dıştakilerle birlikte yetmiş milyonluk koca bir toplumun atletizmde hiç olmazsa son yılların Yunanistan'ı kadar sıçrama yapmadan olimpiyat cazgırlığına soyunması, savurganlık bir yana, biraz ayıp olmadı mı? Beyhude kampanya ve tanıtma çabaları yerine belirli bir ‘‘hedef-tarih’’e göre planlı çabalarla olimpik sporcu yetiştirmeye yönelmek daha akıllıca olmaz mıydı?

Sporda, özellikle de atletizmde ulusal başarı, bir köşede rastlantıyla yetenek keşfedip yarış atı yetiştirir gibi sırf onun üzerine düşmekle olmaz. Konu, aşağıdan, en başta da okul sporundan kalkarak kamu olanaklarıyla gençliği örgütleyebilme sorunudur. Son atletizm şampiyonası bir kez daha gösterdi ki, geçmiş siyasal rejimleri konusunda ne düşünülürse düşünülsün, Polonya ve Romanya gibi ülkeler hálá bu alandaki eski devlet politikalarının meyvelerini toplamaktadırlar. Amerika'nın başarısı da, geniş ölçüde, kolej eğitimi ile kolej sporunun ustaca bütünleştirilmesinden kaynaklanır.

Türkiye ise bu alanda sağlıklı teşvik usulleri bulmak, örneğin spordaki başarıyla sınıf geçme ve seçme sınavları arasında bağlantı kurarak tercih nedenleri yaratmak yerine, etkin spor yapma çağına gelmiş gençlerini çok erkenden üniversite girişlerinin ve hazırlık dershanelerinin cehennemine sokup hepsinin feleğini şaşırtma becerisini göstermeye hálá devam etmektedir.
Yazarın Tüm Yazıları