YUNANLI filozof He-rakleitos’un dediği gibi “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir”.
Belki de bu gerçeği şu anda en iyi hisseden yine Yunanlı komşularımızdır. Uluslararası arenadaki baş döndürücü değişim bizi de derinden etkiliyor hiç şüphesiz. Türkiye son yıllarda gerçekleştirdiği ekonomik kalkınma, demokratikleşme ve sosyo-ekonomik dönüşüm ile yükselen bir güç olarak bu değişimi kendi lehine çevirmeyi başardı. Yalnız, aynı şeyleri özellikle ekonomik bakımdan sıkıntılar yaşayan Avrupa Birliği için söylemek pek mümkün değil. Değişim, yarım yüzyılı aşkın bir süredir iniş-çıkışlarla devam eden Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerindeki dengeleri de derinden sarsıyor. Türkiye birçoklarının sandığı gibi artık AB’nin “kapısında bekleyen”, “ona muhtaç” bir ülke konumunda değil. Türkiye, sahip olduğu dinamizm ve potansiyelle Avrupa kıtasının geleceğini şekillendirecek, Avrupa Birliği’nin olmazsa olmaz bir aktörü konumuna gelmiştir. Avrupa Birliği’nde son dönemlerde yayımlanan raporlar da bu gerçeğe ilişkin önemli ipuçları veriyor.
Avrupa Birliği’nin geleceği hakkında çalışmalar yapmak üzere 2007 yılında kurulan ve eski İspanya Başbakanı Felipe Gonzalez’in başkanlığını yürüttüğü AB Düşünce Grubu’nun hazırladığı AB Projesi 2030 raporunda Avrupa’nın geleceği ele alınırken, genişleme sürecine özel önem verilmesi ve bu bağlamda ülkemizin isminin özellikle zikredilmesi önemli bir ileri görüşlülüğü ortaya koyuyor. Raporda, 21. yüzyılda Avrupa Birliği’nin önündeki en önemli tehlikenin, ekonomik ve siyasi gücünün azalması ve dengelerin Asya’nın lehine kayması olarak belirtiliyor. Gerekli önlemler alınmadığı takdirde Avrupa Birliği’nin Asya kıtasının batı yarımadasından başka bir şey olmayacağı kaygısı dile getiriliyor. AB 2020 Stratejisi ise 21. yüzyılda Avrupa Birliği’ni küresel bir ekonomik güce dönüştürmeyi öngören Lizbon Stratejisi’nin başarısızlığa uğramasıyla küresel kriz sonrasında Avrupa Birliği’nin hedeflerini gözden geçirmeye karar veren Avrupa Komisyonu tarafından bir yol haritası olarak hazırlandı. Yüzyılın ekonomik krizini yaşayan ve ABD, Çin gibi küresel aktörler karşısında rekabet gücünü iyiden iyiye yitiren Avrupa Birliği ekonomilerinin yeni bir kana ve dinamizme ihtiyacı olduğu tespiti yapılıyor. Özellikle küreselleşme, yaşlanan nüfus ve kaynaklar üzerinde artan baskının tehdit olarak belirdiğini dile getiren Avrupa Birliği Komisyonu daha rekabetçi, daha üretken, genç işgücüne dayanan, bilgi temelli bir ekonomi hedefliyor. Aslında her iki rapor da Türkiye ile ilgili değil. Ancak Avrupa Birliği ile ilgili öngörüler, Türkiye’nin Avrupa için ne kadar önemli bir aktör olarak belirdiğini gösteriyor. Türkiye, Avrupa’nın tam da bu raporlarda yer alan sorunlarına çare olarak dinamik özel sektörü, genç ve eğitimli işgücü ve enerji kaynaklarına erişim imkânlarıyla Avrupa Birliği’nin önümüzdeki dönemde önünü açabilecek bir aktör olarak beliriyor. Tabii, bu ilişkinin “karşılıklı kazanç” üzerinde yükseldiği, Türkiye’nin demokratikleşmesinde ve sosyo-ekonomik dönüşümündeki Avrupa Birliği sürecinin katkısının tartışılmaz olduğunu söylemeye gerek yok. Avrupa Birliği ülkelerinin karşı karşıya kaldığı ekonomik kriz sıradan bir kriz değil. Ama Euro bölgesinin istikrarını korumak üzere ilk elden alınan mali tedbirler olsun, uzun vadeli tedbirler içeren 2020 Stratejisi olsun, Avrupa’nın bu sıkıntılı günleri aşacak araç ve imkânlara sahip olduğunu gösteriyor. Her şeyin ötesinde Avrupa’nın sağduyulu liderlere sahip olduğunu unutmamak gerek. İşte o sağduyulu liderler Türkiye ile Avrupa Birliği’nin vazgeçilmez bir eşleşme olduğunun bilincinde hareket ederek Türkiye’nin üyelik yolundaki engelleri de kaldıracaklardır.
Bir filozofun sözleriyle başladık. Bir iktisatçının sözleriyle bitirelim. Uzun vadeli politikalara itibar etmeyen ünlü ekonomist John Maynard Keynes’in dediği gibi, ne yazık ki “Uzun vadede hepimiz ölüyüz”. Zaman boyutunu dikkate almayan politikaların bir değeri olmuyor. Dünya değişiyor, Türkiye değişimin gücüyle daha da güçleniyor. Artık kimse Türkiye’nin yarım yüzyıl yıl daha Avrupa Birliği kapısında bekleyeceğini sanmasın.