Can çıkar, umut bitmez!

MUHAMMED Yunus röportajı yapmak için Mövenpick’e gittiğimde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik’le de karşılaşıyorum.

Haberin Devamı

Onunla yıllar evvel, Başbakan’ın danışmanıyken, motosiklet üzerinde bir söyleşi gerçekleştirmiştik.
Cümle tuhaf oldu, röportajı tabii ki motosikletinin üzerinde yapmadık, fotoğrafları öyle çektirdik.
Valla üşenmedim, arşive girdim, fotoğrafı buldum, bakınız solda...
O zaman da en az şimdiki kadar havalıydı ve beni Ankara’da şahane bir şekilde ağırlamıştı, o röportaj çok ses getirdi. Bir sürü insan Çelik’in dedikodusunu yaptı. Dünyanın en normal şeyi, insanlara neden anormal geliyor hiç anlamıyorum, o zaman da anlamamıştım. Adam siyasetle uğraşıyor olabilir ama aynı zamanda hobileri var, renkli bir kişilik, bu da dünyanın en güzel şeyi.
O yıllardan beri bir daha kendisiyle karşılaşmadım.
“Bana küs müsünüz?” diyorum./images/100/0x0/55ea497af018fbb8f8761ca0
Ben de böyle “dan” diye soruyorum işte.
Ve ne yalan söyleyeyim, ne fiziki fitliğinden ve ne yanıt verme konusundaki atikliğinden bir şey kaybetmemiş.
Sektirmeden, “Rica ederim ne küslüğü?” diyor. Aradan epey yıl geçmiş, fena olmaz yeni bir röportaj diye düşündüğümden, “Bugün Muhammed Yunus için buradayım ama sizinle de görüşmek isterim” diyorum.
Çıkarcı bir gazetecinin, yeni bir röportaj için hamlesi!
Benim için “görüşmek”, ne yazık ki sadece karşılıklı çay içmek ya da motosiklete binmek değil, isterim ama sürekli iş üretmek de gerekiyor, hem sohbet edelim, hem iş yapalım.
Ve tabii ki fotoğraflar, işin sadece “ambalaj”ı, önemli olan “içerik”.
Kibar bir şekilde beni savuşturuyor ama nazik olduğu için cebini de veriyor, o arada mikro kredilerin yaratıcısı Muhammed Yunus’la ilgili şu gözlemlerini de aktarmayı ihmal etmiyor:
“Eskiden, insanlar doğrunun ne olduğunu bilmiyorlardı. Bugünün modern dünyasında, doğrunun ne olduğunu biliyoruz, nasıl hayata geçireceğimizi de. Ama modern dünyanın sorunu şu: Vicdan ve eylem arasında öyle büyük bir mesafe var ki, bunu hayata geçirecek iradeyi örgütleyemiyoruz. Mesela, herkes fakirliğin kötü bir şey olduğunu biliyor. Herkes yoksullara yardım etmek gerektiğini biliyor. Londra’da, New York’ta gezerken bir sürü boş kamu binası görürsünüz ama evsizler sokakta yatar. Neden onlar, o kamu binalarında misafir edilmez diye düşünürsünüz. Aslında cevabı çok basittir, bunu örgütleyecek bir irade yoktur. İşte o yüzden Muhammed Yunus gibi adamlar önemli. Dünya için çok güzel şeyler yaptı, Türkiye’de için de
yapacak...”
Çelik bunları söylüyor, ayağa kalkıyor ve gidiyor, en sivil haliyle...
Benimse aklım, eğer bir gün tekrar Çelik’le röportaj yaparsam neler soracağım ve fotoğrafları nerede, nasıl çektireceğimizde...
Umut işte!
Benim canım çıkar, umudum bitmez!

Haberin Devamı

Yakışmadı Erkan Özerman’a

Haberin Devamı

İZZET Çapa’nın Erkan Özerman röportajını okudunuz mu?
İzzet’i tebrik ederim.
Şahane iş. Karşındakinin bütün kişiliğini ortaya çıkaran iş, benim için iyi iş.
İzzet, işin altından sıkı bir şekilde kalkarken, Erkan Özerman fena halde sınıfta kalmış. Eğer ustasına nankörlük eden çırak çizgileri içinde kalsaydı iş, Özerman’a haklı derdim, çünkü kadirbilmezlik benim için de fena bir şey. Sana emek vermişse biri ve sen parayı ve şöhreti bulunca popon kalkıp ona sırtını dönmüşsen, bu çirkin. Ama söz konusu röportajda, Özerman sınırı aşmış.
Ayıp etmiş.
Resmen Tatlıtuğ’u küçümsüyor, aşağılıyor. Zeytin ezmesiyle havyarın farkını bile bilmezdi, Catherine Deneuve’ü tanımazdı, pasaporttan bile haberi yok, ona ailesinden daha çok emek verdim gibi bir sürü şey. Ben bu röportajı okurken Kıvanç’ı daha da çok sevdim, Özerman’dan da hiç hazzetmedim. Burnu büyük, kibirli ve her şeyi bildiğini zanneden bir adam görüntüsü. Aralarında ne yaşandı bilemem ama bir insanı bu şekilde küçük düşürmeye çalışmak, kimsenin yanına kalmaz.
Yarattığını düşündüğü starın, kendi kanatlarıyla uçmasından hazzetmeyen bir adam görüntüsü çiziyor. Kıskanç ve haset duruyor.
En fenası da, “Nerde benim payım? Niye bu adamın üzerinden ben para kazanamıyorum” der gibi ağlıyor.
Yakışmıyor!

Haberin Devamı

Sadece yaşayanlar anlar

“Ben ‘ensest’le tanıştığımda 10 yaşındaydım. Tabii o zamanlar ne demek olduğunu bilmeyerek yaşadım. Öz babam, beni 10 yıl boyunca taciz etti. Ben de hep kendimi suçladım, kendimden nefret ettim, ‘Ben neden buna izin veriyorum? Ben de onun kadar iğrenç biriyim’ diye. Kimseye anlatamadım yıllarca. Zaten annemle babam sorunlu bir evlilik yaşıyorlardı. Benim anlattıklarıma belki de annem inanmayacaktı. Bir de korkuyor insan Ayşe, bunları dile getirmeye. Ne olduğunu bile bilmediğin ama yanlış olduğunu hissettiğin, korktuğun şeyler yaşıyorsun. Nihayetinde 20 yaşında, anneme sinir krizi eşliğinde anlattım yaşadıklarımı. Adeta kusuyordum yılların acısını, öfkesini. Evet annem bana inandı ama hepsi bu. Babam da yaptıklarını kabul etti ve pişman olduğunu söyledi. Ama hepsi o kadar. Ben tedavi görmeme rağmen, hâlâ yaralıyım, iyileşemedim. Bunu sadece yaşayanlar anlar inanın. Pazar günkü röportajı okurken benim ağzımdan çıkmış gibi hissettim cümleleri. (Yasemin Y.)
- Yasemincim, bu konuda pek çok mail aldım. Sana da teşekkür ederim yazdığın için. Çok üzücü ama ne yazık ki böyle bir gerçek var bu ülkede. Hiç de zannedildiği kadar az değil. Üstü örtüldüğü için de, yeteri kadar mücadele edilemiyor. Korku, utanç insanların önünü kesiyor. Sadece yazılıp çizilerek de önlenecek bir şey değil, ülke çapında büyük bir çaba gerekiyor.

Haberin Devamı

Marifet köşede değil kösedeymiş

HAFTA sonu uçuyordu Göktürk.
Vu vuuuu rüzgâr.
Öğle vakti, iki sevgili, kalın montlarımızı giyip, atkılarımızı takıp, alışverişe gittik. Oldum olası, bir marketin içinde, alışveriş arabasıyla dolanmayı romantik bulurum. Rafların arasında sevgilimi sıkıştırmayı da. Bütün Dubai hayatımız boyunca, “Yapma, öpme, dokunma!” dedi durdu. Artık Türkiye’deyiz, kimsenin bize laf edecek hali yok. Yine de, “Kocaman kadın oldun, ağır ol” deyip duruyor. Ne ağırı ya! Neşeli bir şekilde kasaya geldik, kaç para tutar tahminleri yapıyoruz.
Nasıl da açız.
Açken alışveriş yapmamak gerekirmiş, tepeleme dolduruyor insan.
Kasada tam para öderken, şöyle bir dışarı baktık.
Sonra iki sevgili birbirimize baktık.
Biz yıllar içinde bir sürü konuda suç ortaklığı yaptık.
Göz göze geldiğimizde yeni suç ortaklığımız için hazır olduğumuz anladık. Tam karşıda “Suda Kebap” yazıyordu.
Göktürk’teki yeni kebapçı.
Kemal Koç işletiyor.
Anası, Galatasaray Adası’nda, yavrusu burada, Göktürk’te açmışlar. Birden şehvete kapıldık ve kendimizi Suda Kebap’ın içine attık.
*
İki tane “baskılı Adana” söyledik. O nedir diyeceksiniz?
Şiir gibi bir kebap.
Filetosu çıkarılmış levrek gibi yatıyor tabağın içinde.
Söylemesi bile hoş, Adana fileto.
Öl yani.
Kokusu, yağı, tadı...
Güzelim pidenin içine sumaklı soğanlarlarla baskılı Adana’yı dürüm yapıp bir güzel yedim.
“Oh be canıma değsin, hayat bu!
Karşımda sevgilim, önümde kebabım. Açım ya, önce bir yuvalama çorba içtim, sonra işte hızımı alamadım, baskılı Adana’ya daldım.
Bana ki kebap yutturmak zordur, 10 puan verdim.
Ben bir de hafif yanmış severim. Bıçak kıyması. Zırhtan geçiriliyor, pişirilecek duruma geldiğinde bir daha. Sonra ocağa atılıyor. İlk yağını akıttıktan sonra, kâğıtta basarak açıyorlar, kebabın fileto gibi yayılmasını sağlıyorlar. Kenarlarını ince şişlerle besleyip, arkalı önlü iyice pişiriyorlar.
Yusuf Usta’yı tebrik ediyorum.
Mümkünse, evde de bir kebapçı ustasıyla yaşamak istiyorum.
Mehmet Usta da, çullama lahmacundan sorumlu bakan, çıtır çıtır incecik bir lahmacundu, o da şahaneydi.
Her şeyi sildik süpürdük.
Hiç konuşmadan, suçlu suçlu iki sevgili birbirimize bakarak.
Zaten bu zevk dediğin şey, suçlulukla karışık yaşanınca bir şeye benziyor.
*
Derken Kemal Koç geldi, Suda Kebap ondan soruluyor.
Onu da nasıl severim.
7 dakikada evinden yürüyüp geliyormuş her sabah işe, bundan daha güzel ne olabilir? Nasıl büyük bir lüks. Araba yok, trafik yok. Ve hep işinin başında. O yüzden de o benim için, “Önemli olan köşe değil, köse” deyişine cuk oturan adam.
Birinin, “köşe”de dükkânı varmış, “köse”ye vermiş lokanta açıp işletsin diye. “Köse”nin mekânı dolup taşmaya başlamış.
Mal sahibi kıskanmış, niye ben yapıp, paraları kendim kazanamıyorum diye “köse”yi göndermiş, lokantayı kendisi işletmeye başlamış.
Ama işini savsaklayan biriymiş, bir süre sonra lokanta boşalmış.
Oysa bizim “köse” arka sokaklardan bir yer tutmuş, hep işinin başında olduğu için, orayı da alıp uçurmuş.
Yani neymiş?
Marifet köşede değil, kösedeymiş!
Kemal Koç, İstanbul gece hayatında önemli bir şahsiyet. 10 yaşında Lalezar’da, Ajda, Zeki Müren ve Durul Gence Orkestrası çıkarken o arkada bulaşık yıkayan küçük bir çocuk, kışın da Deve Kuşu Kabaresi’nde bulaşık yıkıyor. Allah ona yürü ya kulum diyor, yükseliyor, komiliğe, şefliğe, müdürlüğe. Galata Kulesi, İntercontinental, Discorium, Şamdansa, Swissotel’de Julians, derken sahibi olduğu yerler oluyor Le Select, Le Klasik, Venge ve Komşu Kebap. Şimdi artık Suda Kebap’ta.
Artık sahibi değil, işletmecisi.
Ama nasıl huzurlu, bütün huzur da yüzüne yansımış, tekrar Le Select müşterisini yakalamış.
O benim için “köse”.
Nerede olsa iş yapar, çünkü her daim işinin başında.
Biz cuma günü maaile Noel kebabı yiyeceğiz orada, 14 kişilik dev bir tik masa var dışarıda, orayı gözüme kestirdim.
Yine baskılı Adana olayına gideceğiz. Maaile suç işleyeceğiz.
Sonra da cumartesi, Adana’ya Mami’nin Noel yemeğine gideceğiz.
Tek bilmediğim bu kiloları nasıl vereceğimiz...

Yazarın Tüm Yazıları