Bu köprü İstanbul’a yakışır

Tuğrul ŞAVKAY
Haberin Devamı

Leonardo da Vinci adı ile İstanbul’un biraraya geldiğini birkaç gün öncesine kadar hiç duymamıştım. Meğer bu biz İstanbullular’a onur veren mutlu birliktelik tarihi bir gerçeklikmiş.

Yeni Şafak’ın 2 Ekim Cumartesi günkü sayısının arka kapağındaki imzasız haberi okuduğumda çok heyecanlandım. Bunu da sizinle paylaşmak istedim.

* * *

Rönesansın çok önemli özelliklerinden biri, benim 'homo universalis' diye adlandırmayı sevdiğim evrensel boyutlu insanı. Ressam, heykeltraş, mimar, mühendis Leonardo da Vinci de bunlardan biriydi. Mona Lisa’nın onun fırçasıyla ölümsüzleşen gizemli tebessümünü bilmeyenimiz mi vardır? Bu tebessümü bilmeyenler, Müslüm Gürses’in Büyük Usta’ya ait 'Son Yemek' tablosunun karikatürü önünde verdiği pozu hatırlayacaklar hiç şüphesiz.

Geçenlerde Büyük Usta’nın Milano’dan Floransa’ya dönüşünde Osmanlı Sultanı II. Beyazıt’ın İstanbul’da Haliç üzerine bir köprü yaptırtmak istediğini öğrenir. Bunun üzerine oturur ve Sultan’a köprünün taslağını anlatan bir mektup yazar. Ancak, nedense bu mektuba gereken yanıt verilmez. Bazıları Sultan’ın önerilen projeyi mümkün görmediğini söylemekte. İmkansız görülen Haliç’e kurulması düşünülen köprünün kendisi midir, yoksa Leonardo’nun projesi mi, orası da pek açık değil.

* * *

Yeni Şafak’taki haberde, Leonardo da Vinci’nin İstanbul’da Haliç’in iki yakasını birleştirmek üzere planlarını çizdiği köprünün Oslo’ya yakın bir yerde inşaının gerçekleştirilmek üzere olduğu yazılı.

Dahası da var. Büyük Usta’nın planlarını yaptığı köprünün bir benzeri de Amerika Birleşik Devletleri’nde Iowa Eyaleti’nde bir yere kurulacakmış.

* * *

Kentler ile uygarlık arasındaki bağlantıya daha önce de dikkat çekmiştim. Kent, uygarlığın şafağında ortaya çıkan bir yerleşim biçimi. Tarihin, uygarlığın başında her yerde hep kent var.

Uygarlığın en büyük göstergelerinden biri de sanat.

İstanbul gibi uygarlığın önemli kilometre taşlarından biri olan bir kentte böyle büyük bir sanatçının eserinin varlığı ne kadar heyecan verici olur.

Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Sultan II. Beyazıt benim okuduğum lisenin, Galatasaray Lisesi’nin kurucusu. En azından bu nedenle ona saygısızlık etmem istemem. Ama ortada bir dar görüşlülük olduğu da kesin.

Leonardo da Vinci gibi bir Büyük Usta’nın eserini hiç olmazsa bugünkü İstanbul’un kent yönetecileri takdir edebilmeli.

Bu köprü Oslo veya Iowa’dan daha çok İstanbul’a yakışır.

Swissotel’de Çin mutfağı

Cumartesi akşamı Swissotel’de Çin Restoranı Ku Kong’ta yemek yedim. Çin mutfağı gibi son derece popüler, halka dönük, müthiş mütevazi ancak o ölçüde de zengin bir mutfağı böylesine şık bir atmosferde tatmak doğrusu insanda gerçeküstücü duygular yaratıyor.

Şu günlerde otelde 'Hong Kong Yemekleri Festivali' yapılmakta.

İlgililere sorduğumda Hong Kong mutfağında Batılı izleri bulunmakla birlikte, işin esasının hálá Çin mutfağı olduğunu söylediler.

Festival dolayısıyla Hong Kong Panda Hotel’den üç şef gelmiş. Aşçıbaşı Li Yiu Ming, 43 yaşında Hong Kong doğumlu ve bundan önce ünlü Mandarin Hotel’de çalışmış. Yardımcısı Au Kam Yuen de yine Mandarin Hotel’den gelmiş. Onun da doğum yeri Hong Kong ve 38 yaşında.

Bir de 'dim sum' şefi, Lo Şui Kun vardı. 58 yaşında ve Çin doğumluydu. Bilmeyenler için hemen söyleyeyim, 'dim sum' bir tür Çin 'fast-food'u. Sözlük anlamının 'kalbi elletmek' olduğunu o gün öğrendim. Dim-sum lokantalarında genellikle buharda pişmiş veya kızartılmış mantı veya köftemsi yiyecekler servis edilmekte.

Ekibe ise çok güzel ve aynı ölçüde de yemek konusunda bilgili Michelle Ting adlı Panda Hotel’in halkla ilişkiler yöneticisi eşlik ediyordu.

* * *

Çinli aşçılar Hong Kong mutfağı adı altında Çin’in Kanton, Çiu Çov, Şanghay, Seşuan, Pekin gibi önemli mutfak geleneklerinden 45 seçkin örnek sundular. Mönüde ise toplam 49 yemek vardı. Yemeklerden dördünü beğenmedin mi derseniz, hayır beğendim. Ama onlar çeşitli tatlılardı ve Çin mutfağında tatlı bulunmaz. Mevcut tatlılar Batılılar için uydurulmuş sözümona 'spesiyalite'lerdir.

Yediğim yemekler çok güzeldi. Yine de üzeri nar gibi kızarmış ördeği aramadım desem yalan olur. Benim yediğim ise bir tür ördek çorbasıydı ve onun da tadı hiç fena değildi.

Bu arada ayrıca tattığım kurutulmuş deniz tarağı içi 'konpoy'a hayran kaldım. Meğer bu yiyecek Çin’de havyar muamelesi görürmüş. Bir de başlıca konpoy ile kurutulmuş küçük karidesler ve acı sivribiberlerden oluşan bir XO sosu vardı ki gerçekten müthişti.

İpin ucunu kaçırıp yine dünyanın yemeğini yedim, ama içtiğim Çin çayı hepsini alıp götürdü. Bu kadar çok yememe rağmen sofradan bu kadar rahat kalktığımı hatırlamıyorum.

Güzel bir geceydi.

Yemek meraklılarına öneririm.

Milletlerin üzerinde insanlık var

Waldorf Astoria’da Başbakan Bülent Ecevit’e depremzedeler için bir zarf içinde para bağışında bulunan Rum görevliyi herhalde ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.

Rumlar ile Türkler’in Küçük Asya felaketini unutmaya çoktan hazır olduğunu gösteren en anlamlı işaretlerden biri de buydu.

* * *

İstanbul, Türk ve Rum nüfusun kentin Türkler tarafından alınışından son otuz yıl öncesine kadar birlikte yaşadığı bir kentti. Bizans’ın eski başkentindeki bu birliktelik her yerdekinden daha anlamlıydı.

Bu nedenle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın Atina ziyaretini çok anlamlı buldum. Ali Müfit Gürtuna orada alışageldiğimiz kısır görüşlü, dar bakışlı, popülist-dalkavuk ucuz siyasetçinin çok ötesinde bir çizgiyi temsil etti.

Bir İstanbullu olarak bunu beğenmediğimi söyleyemem.

Ama şuna inanıyorum ki, bu halklar arası yakınlığı değerlendirmek Ankara’daki ve Atina’daki siyasetçileri aşan bir iş. Adımlar kentlerden gelirse daha çabuk ve kolay yol alabileceğiz.

Şimdi Ali Müfit Gürtuna’dan bir İstanbullu olarak daha somut gelişmeleri oluşturmasını beklediğimi itiraf edeyim.

Büyük Alman şairinin, 'Milletlerin üzerinde insanlık var' sözünü hiç mi hiç unutamıyorum.

Yazarın Tüm Yazıları