Boğanın ölümü yavaş olur

Boğa güreşinde bu tür sahnelere rastlamak kolay değildir...Rastlandığı zaman da, böyle ajanslara haber olur işte...

Salı günü Seville’deki araneda Anibal Ruiz adlı İspanyol matador boğanın altında kalmış...

Bu fotoğrafları görünce İspanya’da bir barda nasıl seyircinin gazına gelip de ’olee’ diye bağırdığımı hatırladım...

Hayvan hakları savunucularını ayağa kaldırsa da, vahşet olarak değerlendirilse de İspanya’da her gün yapılıyor boğa güreşleri.

Üstelik bu vahşet her gün öğleden sonra İspanyol ikinci kanalından canlı olarak yayınlanıyor.

Arena’ya gidip cinayete yerinde tanık olan binlerce insanın dışında, barları dolduran insanlar da televizyon başında hep bir ağızdan ’ole’ çekiyor...

Tıpkı maç izler gibi izleniyor bu vahşet de...

Hatta ağır çekim tekrarları bile var; matadorun şişleri nasıl sapladığı, boğanın sırtından fışkıran kanın görüntüleri...

Hileli bir oyundur boğa güreşi...

O bir ton ağırlağındaki dehşet güçlü hayvanın nasıl gücünü yavaş yavaş kaybettiğini, nasıl can çekişe çekişe öldüğünü gösterir bize...

Hilesi, adaletsiz olmasındadır.

Çünkü matador boğanın karşısında tek başına değildir, önce yardımcıları yorar boğayı, zor duruma düştüğünde yine onlar koşar imdada...

Beni en çok üzen boğanın küçük düşürülmesidir.

Yediği şişler karşısında iyice zayıflayan ve kafasını kaldıramayacak hale gelen boğanın burnunun dibine atının kıçını getirir matador.

Dalga geçer gibi, atın kuyruğunu boğanın yüzüne savurtur.

Boğa o kadar güçsüzdür ki, bir karış önündeki ata hiçbir şey yapamaz.

Burnundan solur ama eski iktidarı yoktur.

Finalde ise matador iner atından, mağrur adımlarla boğanın önüne gelir parmağını uzatır...

Zavallı boğa, ön dizlerinin üzerinde çöker kalır...

Ölümü yavaş olur!

Arena’da insanlar, televizyonu başında seyirciler hep bir ağızdan bağırır; ’oleee’...

İşin ilginci morg çalışanının ölülere alışması gibi, bu çirkin oyunu da üç beş kez izleyince kanıksamaya başlıyor insan...

Boğayı mı matadoru mu tuttuğunu karıştırıyor.

Böyle bir geleneğin günümüzde bile sürmesinin tek nedeni bu olsa gerek...

Ben de itiraf ediyorum işte böyle bir anda, barda İspanyollar’la beraber alkol alıp ’olee’ çektiğimi...

Yıldız Parkı pislik içinde

Yıldız Parkı, İstanbul’da şehrin içindeki tek yeşil alan.

İnsanların yürüyüş yaptığı, bir iki kafesinde soluklandığı, bir parça da olsa yeşillik içinde huzur bulduğu bir yer.

Bunun dışında bir yeşil alan bulmak için şehir dışına çıkmak zorundasınız.

Bu bir avuç yeşili gözümüz gibi korumamamız gerekirken Yıldız Parkı’nı pislik götürüyor.

Ağaçlar ve çimenler bakımsız, etrafa çöpler saçılmış, varolan bir iki su birikintisi kurumuş, bakımsızlıktan ölüyor park.

Park ve Bahçeler Müdürlüğü şu küçücük alanı bile güzelleştiremiyor...

Oysa şehrin sahil şeridinde, yol kenarlarında iyi işler yaptılar yaz boyunca...

Bu kadar iş arasında herhalde Yıldız’ı unuttular!

Gidin bir ucundan girip diğer ucundan yorgun argın çıktığınız Londra’nın parklarına bakın...

Nasıl yeşildir, nasıl üzerine titrerler...

Üstelik şehrin içinde bizdeki gibi bir tane de değildir...

Biz ise avuç içi parkın bile bakımını yapamıyoruz.

Bu kadar mı estetikten, yaşadığımız yere güzelleştirmekten aciziz?..

İTİRAF!

İsmini vermeyeceğim, geçtiğimiz gün kulübü olan bir işletmeciyle sohbet ediyorum.

Gündemdeki gürültü yasağına geldi söz.

"Ne yalan söyleyeyim biraz da biz bunu hak ettik" dedi.

Yıllar önce başladıkları sabaha kadar müzik uygulamasının, zaman içinde kulüpler arasında yarışa dönüştüğünü ve durumun giderek abartıldığını söyledi.

"Şimdi bunun sonucuna katlanıyoruz" dedi.

Ancak işin giderek, gece hayatını linç etmeye dönüşmesine itirazı var.

Mesela 12 milyar ceza ödemiş geçenlerde.

Dışarıda 67 desibel trafik gürültüsü varken, müzik sesi 70 desibel olduğu için 12 milyar ceza... 70’in altını çalsa, müşteri müzik değil, trafik sesi dinleyecek.

"Bu koşullar altında artık iş yapmamız çok zor" diyor.

Gürültüyle savaş açanların, gece hayatının tamamen bitmesi konusunda söyleyecekleri bir şey var mı merak ediyorum.
Yazarın Tüm Yazıları