Birinci inekname

Önce yüzümü kızartıp, müthiş ceháletime ilişkin bir itirafta bulunacağım.

Yemin ediyorum ki çok kısa bir süre öncesine kadar ineklerin cinsiyetini bilmiyordum.

Daha doğrusu, hepsini dişi sanıyordum. Öyle ve n’apim, babam mandıra sahibi olmadığından; ahıra bitişik köy evinde doğmadığımdan; baytarlık fakültesine gitmediğimden ve nihayet, dört ayaklılara karşı özel bir ilgi duymadığımdan, inek denildiğinde daima memeli hayvanı tahayyül ettim.

Tamam, buzağının ve dananın niceliklerini doğru söyleyecek kadar bilgi dağarcığım vardı ama, öküz kelimesiyle büyükbaşlardan erkek olanlarının; boğa sözcüğüyle ise damızlık olarak yetiştirilenlerin kastedildiğini düşündüm.

Onları hep bu anlamda kullandım.

Ve ancak neden sonra ineklerin aynı zamanda hayaları burkulmuş erkek cinsleri kapsayan genel bir tanım olduğunu öğrendim ki, şaşkınlıktan düşüp bayılacaktım.

Ve, yanlışımı düzeltebilmeyi sizce neye borçluyum?

Hiç bekletmeden cevabı vereyim, şu son inek sergisine!

İNEKÇİĞİN BUDUNU AVUÇLADIM

Evet evet, hani ağustos başından beri İstanbul’u ışıldatan; daha doğrusu yeşillendiren; hatta belki daha doğrusu, Andre Gide romanına başlık oluşturmuş türden bir "kır senfonisi"nin "pastoral" notalarıyla kenti pırıldatan heykeller var ya, işte onlara borçluyum.

Zaten parantez içinde hemen şunu söyleyeyim. Harikuláde sergi ay sonunda bitecek olmasına rağmen elim değip de hakkında tek satır yazamadığıma pek bir hayıflanıyordum ki, işte şimdi buna da vesile doğmuş oldu.

Neyse, tekrar sadede geleyim. Efendim, geçen gün bir refakatçiyle birlikte Nişantaşı’ndan aşağı iniyordum. İşte aniden şeytan dürttü ve yine yaşımı başımı; "saygınlığımı" (!) "oturaklılığımı" (!); "azámetimi" (!) "şánımı" (!) unutup muzırlık yapmaya kalkıştım.

Sanki mezbahada sığır seçen bir kasapmışım gibi, orada duran bir inekçiğin poposunu, pardon budunu şöyle iyicene avuçlayıp o sırada iskarpinin topuğuyla uğraşan refakatçiye damdan düşer gibi, "hatun kişide böylesi olmalı" deyiverdim.

Ancak burada hemen eklemek zorundayım ki, söz konusu refakatçinin alt anatomik yapısı öyle ahım şahım engebe arz eden cinsten değildi. Kendisiyle inek arasında, ineğin lehine bir kıyaslama yaptığımı sanıp içerlediğinden mi; yoksa gerçekten zooloji dağarcığı pek geniş olduğundan mı orasını tam bilemeyeceğim, pek hiddetli bir ifadeyle, "Dişi olduğu ne malûm, belki de senin gibi öküzdür" karşılığını verdi.

Efendim? Anlamadım.

Hadi, bir nebze münasebetsiz davrandığımı kabullenip ve iskarpinin kafama fırlatılmadığına şükredip benimle "öküz" arasında bu defa ayán beyán bir karşılaştırma yapılmış olmasını yiyip yuttum diyelim.

Peki de, "dişi olduğu ne malûm" ünlemi nereden çıktı?

İnek inektir ve de dişidir yahu! İşte bu doğrultuda bir cevap verince de, şimdi burnu tam Kaf Dağı’na çıkan refakatçi, "Hıh, beyimizin ansiklopedik bilgisini yesinler" deyip ve eliyle aşağılardaki saray taraflarını gösterip, "Yoksa hadımağalarını da mı unuttuk" diye ekledi. Tekrar pardon!

İNEKLERİN NEDİR ÖĞRENDİM

Evet tekrar pardon ve de işte buyrun bakalım!

Şu eşekarısı sokasıca dilimi tutamayıp belki az biraz "inekçe" kaçan bir látife yaptım ki, iş şimdi geleneğini Bizans’tan aldığımız o hadımlık kurumuna kadar uzanacak.

Allah bilir, kadın bir de Felemenk cinsi hayvanları "ak ağalar"a ve Toskana ırkı büyükbaşları da "kara ağalar"a benzetmeye kalkışacak.

Fakat yine de beni müthiş bir merak sardı.

Dolayısıyla, hem "atmosferi yumuşatmak", hem ineklerin cinsiyetine ilişkin "sırra vakıf olmak" için bana işin aslını anlatmasını teklif ettim.

Gayet aşağıdan aldığımı ve ceháletimi gidermeye hazır olduğumu fark ettiğinden de, artık benden ziyade iskarpinin topuğuna hiddetlenerek, inek heykellerinden birine komşu kahve terasına oturduk ki, hemen döktürmeye başladı.

Ayrıntıya girmeyeceğim ama, daha önce veterinerlik fakültesine devam edip etmediğini veya köy ağılında doğup doğmadığını sormayı unuttuğum refakatçi bana inek nedir, öküz nedir, sığır denir, dana denir, süt danası nedir falan her bir şeyi anlattı.

Ömrümün sonuna kadar artık tek bir defa daha yanılacağımı sanmıyorum.

Neyse, nihayetinde kahveden kalktık ve ben bu defa tek laf söylemek gafletine düşmeden heykelin poposunu şaplatmakla yetindikten sonra, tekrar Nişantaşı’na doğru çıkarken, inekler hakkında biraz daha ince eleyip sık dokumaya karar verdim. Ve kararımı harfiyen yerine getirdim ki, buna dair "inekname"nin ikincisini gelecek pazara bırakıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları