Bir zamanlar İstanbul

Bugünlerde dünyanın en moda, en ‘cool’ kentlerinden biri olan İstanbul’un bir iki asır öncesine gitmek ister misiniz? Yabancı gezginler, bu hafta sizi satırlarına bindirip asırlar öncesinin İstanbul’una götürecekler. Geçmişi bugünle kıyaslamak açısından ilginç bir gezi olacak.

Bu yaz bol bol seyahatname okudum. Bunların çoğu yabancı yazarların Türkiye anılarıydı. Seyahatnameler benim için sanki birer zaman makinesidir. Onların satırlarına tutunup, geçmiş zamanlara yolculuk etmeyi, bugününü bildiğim mekanların dününde düş gezileri yapmayı çok severim. Sessiz bir köşede saatlerce kendimi unuturum. Bu haftaki yazıda sizi de zaman makinesine bindirip, geçmişe götürmek istiyorum.

İlk yolculuğu, Rönesans döneminde yaşayan Fransız bilgini Petrus Gyllius’un (Pierre Gilles) ‘İstanbul Boğazı-Eren Yayıncılık’ adlı kitabıyla yapacağız. İlk çağ kaynaklarından yola çıkarak, 1544-1547 tarihleri arasında Boğaziçi’nin ayrıntılı araştırmasını yapan yazar, o günlerin Boğaz’ını öve öve bitiremez. Gyllius o dönemin görüntülerini şöyle anlatır: ‘Boğaz’ın boyunca aktığı vadiden daha güzel bir vadi seyretmedim. O, her iki yanda hafifçe yükselen tepelerle ve tatlı eğimli vadilerle çevrilidir. Her iki tarafta koruluk ve üzüm bağlarıyla kaplı, meyveliktir. Bir bölümü de çiçekler, otlar, meyvesi olan ağaçlarla kaplıdır. Bunlar arasında Sultan’ın bahçeleri özellikle göze çarpar.’ Bugünün İstanbul’unun çoktandır unuttuğu manzaralar! Korular kesile kesile bir karışa indi, üzüm bağları ve meyvelikler düşlerden bile silindi.

Fransız bilgin, bugünün cıvıl cıvıl Ortaköy’ünü ise şöyle anlatır: ‘Arkheion

-Ortaköy- günümüzde Yunanlıların Hagios Phokas adını verdiği köydür. Köy beşten fazla küçük vadiye ayrılmış bir vadinin deniz düzlüğünde kurulmuştur. Üzüm bağları ve kirazlarıyla verimli bir yerdir. Her iki yanında denize inen tepelerle çevrilmiştir. Ortasında, yatağı deniz kıyısında daha derin olan, her iki kenarı çok iri taşlarla sağlamlaştırılmış bir dere akar. Yazın biraz azalsa da derenin suyu hiç eksik olmaz...’

Petrus Gyllius’un sözünü ettiği dere, acaba son yıllarına yetiştiğim dere mi? O dere, şimdiki Dereboyu Caddesi’nin ortasından akar ve caminin yanından denize kavuşurdu. O zamanlar suyu yoktu.

VEBA SALGINI

Geçmişe yolculuğun ikincisinde ise bir başka Fransız, Joseph Piton de Tournefort elimizden tutacak. 1701 yılının İstanbul’unu tanımak için sayfalarında gezineceğimiz kitabın ismi, ‘Tournefort Seyahatnamesi-Kitap Yayınevi’. Yazar, Fransız krallık bahçelerinin bitkibilimcisi. XIV. Louis’nin emriyle yeni bitkiler bulabilmek için yola çıkan Tournefort, önce tüm Ege adalarını gezdi. Daha sonra İstanbul’a geçen araştırmacı, oradan Karadeniz kıyılarını izleyerek Tiflis’e kadar gitti ve Anadolu’nun ortasını izleyen bir yoldan İzmir’e döndü.

Tournefort 700 sayfaya yaklaşan kitabında, tüm gezisini ayrıntıları ile anlatır. Ben bu yazıda sadece İstanbul’un konu edildiği bölümlerde sizi gezdireceğim.

Fransız araştırmacının o dönem İstanbul’u için çizdiği tablo oldukça ürkütücü. Kenti tehdit eden belaların başında yangınları, zorba yeniçerileri sayan Tournefort, veba salgını karşısındaki vurdumduymazlık karşısında ise dehşete düşer: ‘Gerçekten de Türkler yaşamayı hak etmiyor. Hastalığı önlemek ya da mücadele etmek için hiçbir önlem almıyorlar. Her gün bu acımasız hastalıktan beş ya da yüz kişinin ölmesine kılları kıpırdamadan seyirci kalıyorlar. Ancak günde 1200 kişi ölmeye başlayınca harekete geçiyorlar. Vebalı hastaların eşyaları, bir başka hastalıktan ölenlerin eşyaları kadar kolay satılıyor...’ Yazarın anlattıkları bir korku filmini andırıyor. Sokakları cesetlerle dolu bir İstanbul’u düşlemek bile zor.

KADINLAR EVDE

18. yüzyıl başlarındaki İstanbul’da kadınların sokağa çıkmaması da yazarın dikkatini çeker. Bu konudaki gözlemlerini ise şöyle aktarır: ‘İstanbul’un Paris kadar kalabalık olduğu konusunda kuşkum kalmadı. Ama sokaklarda Türk kadınlara seyrek rastlanıyor. Kocalar, sokağa çıkmayan kadınların cennete gideceği konusunda karılarını ikna etmişler. Bir de gönül hoşluğu ile evlerinde tutabilmek için onlara hamamlar yaptırmışlar. Ne var ki alınan önlemler çoğunlukla işe yaramıyor. Satılık giysi ve mücevher getiren esir kadın kılığına bürünmüş yakışıklı delikanlılar evlere sokuluyor...’

Eğer o günlerin cadde ve sokaklarını merak ediyorsanız, bu konuda da görüntüler iç karartıcı. Bakalım bu konuda Tournefort ne anlatmış: ‘İstanbul’un sokak kaldırımları çok kötü. Hatta bazı yerlerde yok bile. Sadece Saraydan Edirnekapı’ya giden yol gelip geçmeye elverişli. Diğerleri dar ve karanlık. Yapılar batakhanelere benziyor...’

İstanbul’un geçmişinde gezerken bu sefer bir leydinin koluna gireceğiz. Miss Pardoe

-Julia Pardoe-, İngiliz Kraliyet ordusunda binbaşı olarak görev yapan babası Thomas Pardoe ile birlikte 1835 yılında İstanbul’a gelmiş. Kentte ve çevre illerde dokuz ay yaşayan genç leydi, izlenimlerini 1837 yılında Londra’da yayınlamış. Sayfalarını karıştıracağımız bu kitap, ‘Şehirlerin Ecesi İstanbul-Kitap Yayınevi’, 170 yıl öncesinin İstanbul’unu romantik bir dille anlatıyor. Miss Pardoe İstanbul’a aşık olmuştur. Bu aşkını şöyle dillendirir: ‘Başkent yedi tepenin üstüne kurulmuş, Boğaz’ın mavi güzelliğine yansımış bir şehir. Karayla çevrili İstanbul limanını Karadeniz’in ağzına bağlayan o görkemli su yolu; dünyanın iki bölümünü altın avuçlarıyla kavramış ve Asya’nın klasik dumanlı dağları ile Avrupa’nın şen şakrak kıyılarına hakim bir konum. Hayal gücü daha kusursuz güzellikte bir manzara veya sahne yaratamaz...’

Miss Pardoe İstanbul’a hayrandır ama arada bir de hayal kırıklıkları yaşar. Örneğin Kapalıçarşı’da olduğu gibi: ‘Bende uyanan ilk duygu düş kırıklığı oldu. Bu yapının en büyük çekiciliği kuşkusuz devasa boyutlarda olması... Kaba taşlarla döşeli zemini nahoş derecede pis, içinden gerek görüntüsü gerek kokusuyla sevimsiz çok sayıda yalak geçen, kötü ışıklandırılmış, beceriksizce inşa edilmiş ve labirentlerin tümünde gezindiğinizde kapladığı alana dair hiçbir fikir vermeyen bir çarşı. İster istemez, gezginlerce neden bu kadar abartıldığı ve gezi yazarlarımızca neden göklere çıkarıldığı merak konusu oluyor...’

Julia Pardoe kitabında öylesine güzel İstanbul tabloları çiziyor ki, insan o zamanlarda yaşamadığına adeta pişman oluyor. Mesela genç leydinin anlattığı Bağlarbaşı sanki cennetten bir köşe: ‘Fabrikadan çıkıp yavaşça tırmandığımız tepenin adı Bağlarbaşı’ydı. Bu çok uygun bir isim; yolun soluna dizilmiş evler, göz alabildiğine uzanan meyve bahçelerine ve bağlara bakıyor. Aralara serpiştirilmiş kameriyeler ve çiçek açmış akasyalar var. Manzara, denize ve Bursa’nın yukarısındaki dağlara doğru uzanıyordu. Yol kenarında çiçekler açmıştı ve yabani kuşlar dalların arasında şarkı söylüyorlardı. Doğayı seven Türkler’in Üsküdar’a bu kadar bağlanmalarına şaşmamalı...’

GARİP BİR KENT

Son yolculuğumuza ise ünlü Fransız şair Gerard de Nerval’le çıkacağız. Nerval, rüyalar ve gerçeklerin, semboller ve imgeler ile güncel ve somut yaşantıların şairi. Gündelik hayatın haritası üstünde gezinmeyi seven Nerval, Doğu gezisine 1843 yılında çıkar. 1 Ocak’ta Marsilya’dan ayrılan şair, Malta, Mısır, Suriye, Kıbrıs, İstanbul ve Napoli’den sonra 5 Aralık’ta tekrar Marsilya’ya döner. Biraz sonra sayfalarında dolaşacağımız ‘Doğu’da Seyahat-Yapı Kredi Yayınları’ adlı kitap, Binbir Gece Masalları havasındadır.

Nerval o dönemdeki Boğaz ulaşımını şöyle anlatır: ‘Fransız elçisi bütün yaz Konstantinopolis’ten 20 kilometre uzakta ve Boğaziçi kıyısında bir köyde, Tarabya’da oturuyordu. Oraya gitmek için altı kürekçisi olan bir kayığı yarım günlüğüne kiralamak gerekiyordu ve bu da yirmi franka patlıyordu...’

Ünlü şair, İstanbul’un hoşgörüsünü ise öve öve bitiremiyor: ‘Ne garip bir kent Konstantinopolis! İhtişam ve sefalet, gözyaşları ve sevinç, başka yerlerdekinden çok daha fazla keyfi davranış, ama aynı zamanda da daha fazla özgürlük var burada. Dört farklı halk birbirinden çok da nefret etmeden birlikte yaşıyorlar. Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler aynı toprağın evlatları olan bu insanlar, bizim çeşitli taşra halklarımızın ya da farklı taraftar gruplarının beceremediği gibi değil, çok daha fazla hoşgörü gösteriyorlar...’

Gezmek, hep gitmek demektir. Ben çoğunlukla yollardayım. Bazen arabama binip bugüne, bazen de yukarıda kısa bir özetini yaptığım gibi satırlara binip geçmişe gidiyorum. Gitmenin iyisi kötüsü olmaz. Yolculuk hep iyidir.

ONLARIN GÖZÜNDEN GALATA

Frenk kahveleri

Galata’nın tahkim edilmiş limanından geçtikten sonra, iki yanında meyhaneler, pastacı dükkanları, berberler, kasaplar ve bizimkileri hatırlatan masaların üzerine Yunan ve Ermeni gazeteler yığılmış olan Frenk kahvehanelerinin bulunduğu uzun ve dolambaçlı yoldan inmemiz gerekti... Türk kahvecilerinin bilmediği şekerli gloria içmek için bu kahvehanelerden birine girdik.Gerard de Nerval
Sultan Mahmud

On, onbeş metre ötede soylu bir fizyonomisi ve zarif bir tavrı olan bir adam gördüm. Atının üstünde bir centilmen rahatlığı ile oturuyor ve ifadesi kesinlikle insanı cezbediyordu. Fesinde elmaslardan oluşan ve bir tutam tavus kuşu tüyünü tutan bir tuğ takılıydı. Geniş mavi bir pelerin omuzlarından geri atılmıştı. Yakası mücevher doluydu. Dizginleri tuttuğu elinin üçüncü parmağında hayatta gördüğüm en iri pırlanta parlıyordu. Julia Pardoe
Yazarın Tüm Yazıları