Bir Feride mucizesi

Çok uzun süren dönem dizisi ıstırabımıza son veren,Çalıkuşu oldu.

Haberin Devamı

Rüküş değil,ağdalı değil,plastik değil.Gerçekten Feride'nin güzel aklı gibi duru bir dizi Çalıkuşu

Çalıkuşu’na Çağan Irmak’ın elinin değdiğini bilmeseydim, ilk 20 dakikayı izledikten sonra anlardım. Sarı sarı kayısılar, kırmızı terlikler, neredeyse Rembetiko’yu, Mediterraneo’yu andıran renklerle canlanıp, ölü annesinin soğuk kucağında uyuyakalan Feride’yle kalbime bıçak saplanır gibi solmam başka birinin işi olamaz.
Feride’nin birinci dönemini oynayan Melissa Giz Cengiz inanılmaz bir küçük oyuncu. Onun yeteneğinden böyle nefis bir Çalıkuşu yaratanların da eline sağlık.
Çalıkuşu, Türkiye’nin en iyi bildiği hikâyelerden biri. Onu yeniden hayata geçirmek, hem çok riskli hem çok garantili bir iş. Herkesin kalbine dokunan bir hikâyenin güvenli sularında yüzülecek. Ama bunu yaparken de hem döneme hem konuya, vıcıklaşma potansiyelini unutmadan nazik yaklaşmak gerek.
2013 versiyonu ilk bölümü itibariyle bunu başardı. Feride’nin çocukluğu boyunca çok özenli, sade bir sanat yönetimi, abartısız oyunculuklar, sakin bir kurgu izledik.
Fahriye Evcen sahneye çıktıktan sonra Göksu Deresi sahneleri zaman zaman Tosun Paşa’ya kaçtı ama önemli değil. O kadarcık fırfırlı şemsiye, mavi sandal, dantel yakaya katlanabiliriz.
Önemli olan, dizinin genelde yakalamayı başardığı samimiyet ki, bunu da ‘çok sıcak, içten, o özlediğimiz eski aşklar’ gibi zırvalıkları övmek için söylemiyorum.
Bu samimiyet, bizi hikâyenin içine çekmeyi başaran abartısızlıkla doğuyor. O konağa iki milyon dolar harcadık diye, her yemek sahnesini bağırtma ihtiyacı duymayan prodüksiyonun özeninde gizleniyor. En önemlisi edebiyat tarihimizin en ikonik karakterlerinden biri Feride’nin işlenmemiş bir elmas gibi şefkat bekleyen ruhunu iyi anlayan oyuncu ve yönetmenlerin bakış açısında canlanıyor. Fahriye Evcen’in Feride’yi sadece senaryodaki satırlardan ibaret görmemesi, mimikleriyle, gözlerine yerleştirdiği hınzırlıkla, yüzüne bir gölge gibi gelip gitmesine izin verdiği hüzünle oynaması içimi rahatlatıyor. Aşk ve kıskançlığın olduğu her yerde gerginlik olması gerekmediğini farkında olan, beni durduk yere kasan müziklere maruz bırakmayan herkese teşekkür ediyorum.
Kamran’ın esmer olmasına da, kitaptaki ince ruhlu, şair gençten çok, hafif delikanlı tonlamasıyla hatta ‘Bilader!’li konuşan bir yakışıklıya dönüştürülmesinden hiç rahatsız olmadım. Aksine televizyona yakışan, daha sert hatlı bir karakter ortaya çıkması isabet olmuş.
Romanın en güzel sözlerinin hiç aykırı durmadan, kibarca yerleştiği yerler de dizinin zaman zaman zorlamaya kaçan senaryosuna nefes aldırmış. Mesela ne kadar iyi ki, “Ben galiba balıklar gibi bir göl içinde doğdum ya da yabanıl otlar gibi toprakta türedim birden bire” bölümü Feride’nin mezar başında söyleyebileceği bir sürü boş laf yerine seçilmiş.
Beni zaman zaman tek huzursuz eden şey, 1920’ler Türkçesini konuşturmak için senaristlerin çektiği acıyı hissetmek oldu. Zaten dizinin tamamında herkes, her cümlesiyle eski Türkçe konuşmayacaksa (konuşturulamayacaksa) böyle bir derde hiç gerek yok. Genç kızlar aralarında dedikodu yaparken “Söyle bakalım kim bu zat?” ya da “Ben sana bütün sırlarımı aşikâr ettim” demek zorunda değiller. Çünkü geri kalan her yerde zaten 2013 Türkçesi duyuyoruz. Aralara ‘lakin’, ‘bittabii’, ‘lakırdı’ serpiştirmek diyalogdan koparmaktan başka bir işe yaramıyor.
Çalıkuşu, suyu çıkan dönem dizisi piyasasına itibarını kazandırdı. Geçmişe giderken ucuz bir tiyatro sahnesine düşmedik, rüküşlükten bunalmadık. En iyisi de herkesin kaşlarını çattığı, gözyaşlarının kirpiklerde asılı kaldığı, her sözün sonsuza uzadığı o karanlık evrenden çıktık. Fahriye Evcen’in saçlarını maşalayıp duranlara kızsam da, ekibe teşekkür etmek için daha önemli sebeplerim var.

Yazarın Tüm Yazıları