Başbakana yollanan resmî rüyanın tasavvufî şifreleri

Türkiye’nin gündemini haftalardır işgal eden ‘rüya mektubu’ konusuyla ilgili olarak yorum üstüne yorum yapılıyor ama söylenenler ‘Bir rüya nasıl olur da devletin resmi yazışmalarına girer?’ çerçevesinde sınırlı kalıyor ve hiç kimse ‘Başbakan’a mektup yazıp rüyasını anlatan kişinin aklından zoru yoksa, işin içinde başka birşey aramak lázımdır’ diye düşünmüyor.

Ben, yapılan yorumları görünce son zamanların ‘filánca meselenin gizli kodlarını çözmek’ modasına uyayım ve rüya meselesine üzerinde pek durulmayan bir açıdan yaklaşayım dedim. İşte, işin esası: Tasavvufta ve tarikatlerde rüya ile gerçek hayat arasında bir fark yoktur, rüya günlük hayatın bir devamıdır ve dolayısıyla da málum mektupta yazılanlar tasavvuf ve tarikat erbábına göre sıradan ve olağan bir iştir!

GÜNLERDİR bir ‘rüya’ tartışmasının içerisindeyiz. Hadise málum; İsmail Tuncay Uslu adında bir zát, Başbakan Tayyip Erdoğan’a mektup yazıp 1980’de vefat eden Nakşibendi şeyhi Mehmet Zahit Kotku’yu rüyasında gördüğünü ve şeyh efendinin kendisine üniversitelerle ilgili bazı talimatlar verdiğini söyledi ve başbakanlık mektubu YÖK’e gönderince kıyamet koptu.

Bu rüya meselesi Kámuran Zeren’in hadiseyi Hürriyet’te duyurmasından buyana günlerdir tartışılıyor, hakkında yorum üstüne yorum yapılıyor ama bütün söylenenler ‘Bir rüya nasıl olur da devletin resmi yazışmalarına girer?’ çerçevesinde sınırlı kalıyor. Hiç kimse ‘Başbakan’a mektup yazıp rüyasını anlatan kişinin aklından zoru yoksa, işin içinde başka birşey aramak lázımdır’ diye düşünmüyor.

AŞAMA ÖLÇÜSÜ

Hani son zamanlarda sık kullanılır olan ‘filánca meselenin gizli kodlarını çözmek’ gibisinden bir söz var ya; işte ben de bu modaya uyup rüya meselesine üzerinde pek durulmayan bir açıdan yaklaşayım ve hadisenin kodlarını çözmeye çalışayım dedim:

Turgut Özal’ın başbakanlığından itibaren kurulan bazı hükümetlerin tasavvuf merkezleriyle, tarikatlerle, özellikle de Nakşibendilikle bağlantısı; birçok bakanın bu tarikate mensubiyeti ve Nakşi şeyhleriyle büyüklerinden feyzalmış oldukları hepimizin málumudur. Dolayısıyla, rüya meselesinin de bu doğrultuda yorumlanması gerekir.

En basit şekilde ifadeye çalışarak söyleyeyim: Tasavvufta ‘menám’ denilen rüya hayal değildir, maddi hayatın devamıdır. Maddi álemde yani günlük hayatta yaşananlar gibi, rüya áleminde karşılaşılan olaylar da gerçektir ama bazen semboller şeklinde belirir ve bu sembollerin ilk aşamalarda bir ‘mürşid’ tarafından izahı gerekir.

Tarikate yeni girmiş olanlardan bir yandan şeyh efendinin verdiği vazifeleri, meselá devamlı olarak Allah’ı anmak, gönülden dünyevi işleri çıkarmak ve zikretmek gibi görevleri yerine getirmeleri; bir yandan da görecekleri rüyaları şeyhe yahut diğer mürşide anlatmaları istenir. Zira rüya, bazı tarikatlere göre kişinin iç áleminin aynası ve ‘sálik’in, yani tarikate henüz adım atmış olanın yeteneğinin ölçüsü kabul edilir ve o kişinin tarikat ve tasavvuf yolunda katettiği aşamalar, gördüğü rüyalarla değerlendirilir.

Önemli konularda mesaj veren ve içerisinde gelecekle ilgili kuvvetli tahminler bulunan rüyalara ‘sádık rüyalar’ denir ve bu rüyalar manevi álemde yüksek makamlara ulaşmış kişilere mahsustur. Böyle bir rüya gören ve gördükleri şeyhi tarafından değerlendirilip doğruluğu tasdik edilen kişi, tarikatte artık belli bir mertebeye ulaşmaya başlamış demektir.

YORUMCUŞEYHLER

Türk tasavvufunun önde gelenleri tarafından kurulan tarikatlerde de rüyalara ve yorumlarına büyük önem verilmiş, ‘máná áleminde’ yaşananlar tarikat mensubunun maddi álemdeki ilerlemesinin ölçüsü olarak değerlendirilmiştir. Nakşibendilik de bu usulü uygulayan tarikatlerdendir ve tarikatin kurucusu olan, 1318’de Buhara’da doğan ve 1389’da yine orada vefat eden Muhammed Baháüddin-i Nakşıbend, tasavvufun yanısıra rüya bahsinin de önde gelen isimlerindendir.

Nakşibendilerde zikir birarada ve açık şekilde değil, sessiz ve gizli biçimde yapılır. Tarikat mensubu, tek başına ve özellikle gece geç vakitte, şeyhinin tavsiye ettiği duaları okur ve Allah’ın isimlerini zikreder; bu sırada kıyamet, mahşer ve sorgu melekleri gibi kavramları hayal ederken şeyhin yüzünü iki kaşının arasında görmeye çalışır, yani ‘rábıta’ yapar. Zikir sonrasında göreceği rüyalar ise, katettiği mesafenin ölçüsüdür.

RÜYADAKİ HAYAT

Tarikat mensubunun derecesi yükseldikçe maddi hayatı rüyalarda da devam eder, yani şeyhiyle yahut daha ileri derecedeki kişilerle rüyasında görüşür, çok daha yüksek mertebeye çıkan ama artık hayatta bulunmayan zátlarla bile birarada olma şerefine erişir, onlardan tavsiyeler ve talimatlar alır. Bu tavsiyelerle talimatlar tarikatler dünyasında ve dolayısıyla Nakşibendilikte hayal değil gerçektir ve tarikat mensuplarının maddi álemde yüzyüze konuşmalarıyla rüya álemindeki sohbetleri arasında hiçbir fark yoktur. Hele rüya kendiliğinden değil, bilinçli bir şekilde görülmüşse, daha da bir gerçektir!

İşte, son günlerde tartışma konusu olan rüya meselesinin esası da burada... İsmail Tuncay Uslu’nun Başbakan Tayyip Erdoğan’a yazdığı ve Nakşi Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun ‘talimatlarını’ naklettiği mektup, tasavvuf ve tarikat düşüncesine göre değerlendirildiği takdirde ortaya böyle bir sonuç çıkıyor: Rüya meselesinin, konunun erbábı arasında gayet normal ve sıradan bir hadise olduğu...

Ben, rüya meselesinin ‘gizli kodlarını’ işte böyle yorumluyorum ama bir hususu da bir türlü halledemiyorum: Başbakan’a yazılan rüya mektubunun resmi bir yazıyla YÖK’e havale edilmesinin sebebini...

Mektubu YÖK’e gönderen başbakanlık görevlisi isimleri karıştırmış ve YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç’i de biryerlere mensup zannetmiş olmasın, ne dersiniz?

Biz, imparatorluğu bile rüya ile kurmuştuk

RÜYALAR devlet geleneğimizde eski dönemlerde önemli yer tutmuş ve rüyalardan siyasi maksatlarla da medet umulmuştu.

Meselá, Hazreti Muhammed’in yakınlarından olan Eyüpsultan’ın İstanbul’da kayıp olan kabri Fatih Sultan Mehmed’in hocası Akşemseddin tarafından rüya vasıtasıyla bulunacak ve fethin meşruiyet gerekçelerinden biri kabul edilecekti. Evliya Çelebi, meşhur ‘Seyahatnáme’sini rüyasında Hazreti Muhammed’i görmesi üzerine kaleme aldığını yazacak, bu işe son derece meraklı olan Üçüncü Murad da gördüğü rüyaları şimdi Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilen bir kitapta biraraya getirecekti.

Aşağıda, Osmanlı Tarihi’ne geçen bazı ilginç rüyalar yeralıyor:

OSMAN GAZİ’NİN RÜYASI: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan ilk eserlerden olan Áşıkpaşazáde Tarihi’nde, Osman Gazi ile kayınpederi Şeyh Edebali’nin arasında geçen bir rüya meselesinden bahsedilir. Bu rüya konusu, sonraki asırlarda Osmanlı Devleti’nin kuruluş öyküsü olarak anlatılacaktır.

Osman Gazi, henüz devletin temellerinin atılmadığı yıllarda bir gece rüyasında Şeyh Edebali’nin göğsünden bir ayın doğmakta olduğunu görür. Ay tamamen doğar, sonra hareket eder ve gidip Osman Gazi’nin koynuna girer ve Osman Gazi, o anda kendi göbeğinden bir ağacın yükseldiğini farkeder. Ağaç öylesine uludur ki gölgesi álemi tutmakta, altından dağlar yükselmekte ve dağların dibinde sular çağlamaktadır. İnsanlar sulardan içmekte, bahçelerini sulamakta ve çeşmeler bu kaynaktan akmaktadır.

Şeyhinin yanına koşan Osman Gazi, rüyasını anlatır. Edebali ‘Müjde oğul, müjde!’ diye haykırır. ‘Allah sana ve nesline padişahlık verdi, mubarek olsun! Kızım Mál Hatun da artık senin helálindir. Neslinizden gelecek olan çocuklar dünyaya hákim olacaklar’ der ve kızını hemen Osman Gazi’ye nikáhlar.

ABDÜLHAMİD’İN FATİH RÜYASI: İstanbul’un Fatih semtini 1800’lü yılların sonunda sel basar ve semt sakinleri arasında bir dedikodu çıkar: Fatih Sultan Mehmed gece rüyalarına girmiş, ‘Boğuluyorum, beni kurtarın’ demiştir.

Söylentilerden haberdar olan zamanın hükümdarı Sultan Abdülhamid, itfaiye kumandanı Mehmed Paşa ile Sultan Abdüláziz’in damadı Şerif Paşa’ya vazife verir: Türbeye gidecek, mezarı açıp cenazeyi kontrol edecek, rüyanın doğru olup olmadığını araştıracaklardır. Hükümdar, paşalara göreceklerini hiçbir yerde söylemeyeceklerine dair sıkı sıkı yemin de ettirir.

Paşalar türbeye gider, sandukayı kaldırıp mezarı kazarlar ama ortada Fatih’in cesedinden eser yoktur. Derken, önlerine demir bir kapak ve taş bir merdiven çıkar. Lámba alıp merdivenden iner ve bu defa bir dehlizle karşılaşırlar. Korkmadan dehlize dalar, metrelerce yürür ve ufak bir salona gelirler. Ortada musalla taşını andıran bir mermer, mermerin üzerinde de bir tabut durmaktadır. Tabutu açar ve içinde bir mumya bulurlar: Fatih’in mumyasını. Mumya bozulmamıştır ve yüzü eski resimlerindeki gibidir.

Dua eden paşalar tabutu kapayıp hayattaki bir hükümdarın huzurundan ayrılırcasına adımlarını geriye doğru atarak uzaklaşırlar. Yukarıya çıkar, sandukayı yerleştirir ve saraya gidip gördüklerini Abdülhamid’e anlatırlar. Padişah, sellerin Fatih’in cenazesine zarar vermemiş olmasından memnuniyet duyar ve Paşalar’a yeminlerini hatırlatıp ‘Gördüklerinizi unutunuz!’ der.

Ama, Damad Şerif Paşa yeminini seneler sonra bir tarafa bırakır, hadiseyi 1940’lı senelerde o zamanın meşhur kalem erbabından İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Mercan’daki konağında yapılan musikili bir sohbet meclisinde anlatır ve söyledikleri, o günlerde çıkan bir tarih dergisinde de kısa bir biçimde yayınlanır. Ben, Şerif Paşa’nın bu mumya macerasını, İbnülemin’in konağında o gece yapılan sohbete şahit olanlardan bundan senelerce önce bizzat dinlemiştim.

SULTAN VAHİDEDDİN İSTİHÁREYE YATMIŞTI

‘İstiháre’, yapılması düşünülen bir işin hayırlı olup olmayacağının önceden hissedilmesi için yapılan bir çeşit ibadettir. Hazreti Muhammed’den nakledilen bir de duası olan istiháre, sonraları niyet ederek ve uykuya dalarak yapılır olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son hükümdarı Sultan Vahideddin, hatıralarında 1918’in 4 Temmuz günü tahta çıkmasından bir gece önce istiháreye yattığını ve tahta çıkmaya bu istiháreden sonra karar verdiğini söylüyor.

Sultan Vahideddin, günümüzün Türkçesi ile şöyle yazıyor:

‘...Dünya savaşının sonlarında hasta ve ölüm hálinde bulunan biraderim Sultan Reşad’ın vefatından sonra, Sadrazam Talát Paşa ile Enver Paşa ve Şeyhülislám Hayri Efendi geldiler. Taziyeden, sonra tahta geçme merasiminin ne vakit yapılabileceğini sordular. ‘Hele bir kerre birader merhuma gereken hürmeti gösterelim, dini merasimi yerine getirelim, sonra konuşuruz’ dedim.

Talát, ‘Efendimiz, Allah’ın ádeti hükmünü devam ettirir. Biraderinize emr-i hakk vaki oldu. Üzülmeniz ve saygı göstermeniz tabiidir ama anayasa gereği padişah olmanız dolayısıyla bağlılıklarımızı sunmamıza müsaade buyurunuz’ diyerek kalkıp elimi tutmak istedi. ‘Acele etmeyiniz. Bu konuda benim de bazı düşüncelerim ve endişelerim var. Bana yarına kadar mühlet veriniz. Bu gece bir kere daha düşüneyim, durumu tedkik edeyim, biraderin son hizmetinde bulunayım ve kesin kararımı vereyim’ dedim.

Cevaplarımdan ve tereddüdlerimden hayrette kalan heyet beni yalnız bırakarak dönüp gitti. O gece ibadetle meşgul oldum, abdestli olarak yattım, adetá istiháreye daldım ve nefsimle mücadele ettim. Tahta çıkmanın getirdiği sorumlulukları kabul etmeyecek olursam vatani vazifeden kaçmış, şahsımı düşünmüş olacağım dedim ve saltanatı kabul ettim.’
Yazarın Tüm Yazıları