Aysel seni bu kadar seviyorum

45 yıl aynı kadınla yaşamak, bir hayat kurmak ve birlikte yaşlanmak, hayatın sevinçlerini ve acılarını paylaşmak, 52 yıl aynı işi aynı titizlikle her gün yapmak. Takdir edersiniz ki her baba yiğidin harcı değil. Sabır gerektirir, istikrar gerektirir, azim gerektirir, bilgi gerektirir, birikim gerektirir, zeka gerektirir, cesaret gerektirir. Hani derler ya, orada kalmak oraya gelmekten daha zordur diye. Düşünün ki “orada” yıllarca kalmış biri. Ve onunla konuşmak bir zevk. Benim için öyle. Başkalarını bilmemem. Samimi, içten ve kasmadan anlatıyor. Ama nedense öyle tanınmıyor. Fazla ciddi ve resmi biriymiş gibi algılanıyor. Çizdiği imajdan farklı bir adam. Tatlı tatlı anlatınca siz de “Ne güzel anlatıyor!” diye seviniyorsunuz. Ama bu defa benim gözlerim doldu, acı acı anlattı…

Haberin Devamı

Senelerce önce evinize geldiğimde çalışma masanızdan çok etkilenmiştim. Genellikle karşılıklı mı çalışırsınız eşinizle?


- Evet. Bizim büyük bir masamız var. Masanın bir tarafında Aysel’in, diğer tarafında benim labtop’um var. Biz karşılıklı çalışırız. Yıllardır böyle. Klasik müzik eşliğinde. Hem iki kişiyiz o mekanda, hem yalnız gibiyiz. Ben arada kalkar CD değiştiririm. Gazetede yazı yazarken fevkalade huzursuzum, odama birisi girerse rahatsız olurum ama evde Aysel’le birbirimizin farkına bile varmayız. Sadece arada bir, ikimizden birinin aklına bir şey gelir çocuklarla ilgili, araya sıkıştırır, çalışmaya devam ederiz... 

Haberin Devamı


Hürriyet

Basın Konseyi kurucusu ve başkanı, Hürriyet başyazarı, (52?) yıllık gazeteci Oktay Ekşi

Böyle bir uyuma nasıl ulaşılıyor?


- Epey zaman gerekiyor. 45 yıldır birlikteyiz.


Nasıl tanışmıştınız?


- Londra’da Victoria Garı’nda… Ben bir ara gazeteciliği bıraktım, bu işi yaparken okulu hayatta bitiremeyeceğim diye. Londra’da iş buldum, başkonsoloslukta mahalli katiplik, aynı anda da üniversiteye devam edeceğim. 7 yıl orada kalmam gerektiğini öğrenince vazgeçtim. Fakat hazır işi de bulmuşken biraz İngiltere’de yaşamaya karar verdim. Bir taraftan Ankara Hukuk’a devam ediyorum, diğer taraftan Cumhuriyet’e “Londra Mektupları” yazıyorum. İşte günlerden bir gün arkadaşım Rüçhan’la Victoria Garı’na gittik, orada kardeşini yolcu eden Aysel’e rastladık.


İlk intiba?


- “Amma da ters bir hanım!” diye geçirdim içimden. Pek hazzetmedim. Onun da ettiğini sanmıyorum. Doktormuş, Londra’nın kuzeyinde bir yerlerde çalışıyormuş, acelesi varmış, British Museum’a gidecekmiş…


Halbuki o sırada, hayatının erkeği ile tanışıyor, farkında değil!


- Evet. Onun derdi müze! Yanımızdan ayrıldıktan sonra Rüçhan’a “Amma arkadaşın varmış!” dedim.

Haberin Devamı


Güzel miydi?


- Valla, gördüğüm anda çarpıldım hali değildi. Ama zaten buna izin verecek bir tip değil Aysel. Sonra pasaport- masaport işlemleriyle ilgili olarak beni konsolosluktan bir iki kere aradı…


İşi düştü yani!


- Evet, bence aramazdı yoksa. Derken Rüçhan’ların evinde davet- mavet gibi bir şey oldu. Gittim. Aa bizim aksi kız da orada! İşte o gün, farklı bir şeyler hissettim. Baktım acayip aklı başında bir kadın, aydın, kafalı ve ufku açık…


Kaç yaşındasınız bu arada?


- Ben 31’im, o da 29. Mücadeleci bir tip. Mütevazı bir ailenin kızı, Tıp Fakültesi’ni bitirmiş, “Ben ihtisasımı dışarıda yapacağım” demiş, bir başına İngiltere’lere gelmiş. O yıllarda Anadolu kültürü taşıyan bir Türk kızının kendi başına bunları gerçekleştirmesi kolay değil. Bunların hepsi benim için artı puanlardı.

Haberin Devamı


O yüzden mi aşık oldunuz?


- Bir şey itiraf edeyim mi, biz hiçbir zaman birbirimize “Sana aşığım!” demedik. Ama biliriz ki birbirimizi severiz.


Niye demiyorsunuz? Uygun mu düşmez?


- Belki de “İşte hayatımın erkeği! Gördüm, vuruldum, çarpıldım ” gibi bir şey olmadı Aysel için, o yüzden söylememiştir.


Canım size vurulmuş olmasa, 45 yıl sürer mi?


- Bilemiyorum. 63’ü 64’e bağlayan Chrismes akşamı bizim evde bir parti oldu. Üç İngiliz’le aynı daireyi paylaşıyordum. İçkisini alan geldi. Aysel de davetliydi. O akşam kararımı verdim, hayatımı biriyle paylaşacaksam bu Aysel olacaktı. Ama beni tam bir yıl uğraştırdı.


Neden? İstemedi mi sizi?


- Önce ben hatalıyım, uzunca bir süre, bir türlü “Benimle evlenir misin?” diyemedim. Kelimelere dökmek zor geldi. Sonra bir gün onu bir Rum lokantasına yemeğe davet ettim. Yine kafamda dolaşıp duruyor ama bir türlü punduna getiremiyorum. Yemek de bitmek üzere. Birazdan kalkıp gideceğiz. O sırada kahveler geldi. “Ben çok iyi fal bakarım” dedim. Oysa alakası yok, dahası nefret ederim kahve falı muhabbetinden. Ama işte o anda aklıma daha yaratıcı bir şey gelmedi. Başladım döktürmeye “Çok yakında bir evlenme teklifi alıyorsun… Kısmet ayağına gelmiş… Fincanından taşıyor… ” Kafasını salladı, “Allah Allah” dedi. Ben de sonra ne kadar iyi bir falcı olduğumu göstermek için, fincanı kenara itip, “Aysel benimle evlenir misin?” dedim. O da “Ben böyle bir şeye hazır değilim Oktay” demesin mi? Yeterince tanımıyormuş beni! Bir yıl sonra yine bir yemekteyiz, “Artık vereceksen ver şu kararı” dedim. Çok korktum hayır diyecek diye, nefesimi tuttum ve o sırada “Tamam kabul ediyorum” cevabını duydum.

Haberin Devamı


Nasıl tanımlıyorsunuz bu geçen yılları: a) Derin bir sevgi b) Güzel bir arkadaşlık c) Bir yolda birlikte yürüme  d) Aynı manzaraya aynı açıdan bakma…


- d şıkkı sanki. O daha uygun bizim ilişkimizi açıklamaya: Aynı manzaraya aynı açıdan bakma, hem de uzun yıllar boyunca. Ben Aysel’de hayatımı paylaşmak istediğim kadında aradığım şeylerin çoğunu buldum. Kendi ailemde tanık olduğum hataları yapmamaya gayret ettim. Benim babam mesela, biraz çapkıncaydı. Aile sistemini bozmazdı, kimse bilmezdi, dikkatliydi ama annemi rencide ederdi. Annem hissederdi onun sadakatsizliğini, bazı kızgınlıklarının sebebi buymuş, ben sonradan anladım. Annem, ailemizin taşıyıcı kolonuydu, katlanmaya, fedakarlığa hep hazır olan. Babamsa fırsat buldukça kaçan ama hep geri dönendi…

Haberin Devamı


Sizde bu tip şeyler…


- Çok şükür ki olmadı. Zaten ne Aysel’in kişiliği buna müsait ne de benim. Tabii ki herkesin kafasından bir şeyler geçmiştir. Benim de. İnsanız. Aksi mümkün değil. Ama eyleme dökmedik.


Peki hiç mi kriz yaşanmadı bunca sene?

 

- Yaşandı. Aysel’e hiç danışmadan siyasete girdim mesela, buna çok kızdı, “Bu ailedeki herkesin hayatını ilgilendiren bir kararı nasıl tek başına alırsın” dedi, haklıydı. Onun dışında ufak tefek şeyler. Aysel, o mutfaktayken, yemek yaparken ben onunla sohbet edeyim isterdi. Benim aldığım aile terbiyesinde de bu yok, annem bizi mutfağa sokmazdı, hatta “Dolaşmayın ayağımın altında!” derdi. Birdenbire “Ben bütün gün seni görmüyorum, bari eve geldiğimizde göreyim, ne var yani yemek yapıyorsam, benimle mutfakta otur” diyen bir kadınla karşılaştım. Önceleri bocaladım ama Aysel beni birçok konuda eğitti.

 

Bu kadar yıl sonra nasıl şu anda ilişkiniz: a) Alışkanlık b) Müthiş bir güven c) Sırtını dayama d) Rahatlık

 

-  Hepsi. Artık çok şeyi sırf küçük bir bakışla, küçük bir kelimeyle birbirimize aktarabiliyoruz. Ben onun hassas olduğu şeyleri biliyorum, o benimkileri biliyor. Yeryüzünde beni en iyi Aysel tanır, diyebilirim.

 
HürriyetAysel benim için “my beter half”

(Yani benden iyi olan öteki yarım…)

 

Eşinizin hasta olduğunu duydum, geçmiş olsun, nedir hastalığı?


- Aralık’tan itibaren kilo kaybetmeye başladı. Gerçi rejim yapıyorduk, beslenme türümüzü değiştirmiştik ve kilo vermek istiyorduk. Önce anlamadım, “Ne güzel hızla kilo veriyorsun!” dedim. Sonra bir gün bir yerde kürsüye çıktı konuşma yapıyor, uzaktan karımı izlemeye başladım. Birden fark ettim ki, son aylarda çok ciddi şekilde çökmüş, basbayağa sağlıksız görünüyor. Mart’ın 12’siydi. Dedim ki “Sen bir baktır kendine normal olmayan bir şeyler var.” Hastaneye gittik, telaşlandılar, “Hemen sizi yatırıyoruz” dediler, pijamalarını almak için eve uğramasına bile izin vermediler. Meğer kalbinin ve ciğerlerinin etrafı su toplamış. Zatüreye veya zatülcempe çevirebilirmiş. 19 gün hastanede yattı. Çıktı. Toparladı diye eve geldik. Tablo tekrar bozuldu. Yine hastane.

  
Neden olurmuş?


- Sebebini hâlâ bulamıyorlar. Üşütme değil, virütik mi belli değil, türberküloz kökenli bir şey mi? Araştırıyorlar. Cerrahpaşa’ya yatırdık yine tetkikler, nafile. Şimdi evde. Ama kortizon tedavisi görüyor. Tüberküloz kökenli olabilir diye onun ilacını da alıyor. Bacak da damar tıkanması oldu, onun bertaraf edilmesi gerekti, vesaire vesare. Bir sürü sıkıntı geçirdik.


Ne kadar korktunuz?


- Çok korktum çok. Kaybediyorum zannettim…


İnsan kendini ne kadar kötü hissediyor? “Ona bir şey olursa, ben ne halt ederim?” mi diyor?


- Bir sürü karışık duygu. İngilizlerin çok sevdiğim bir lafı vardır: “My better half”, benim benden iyi olan öteki yarım anlamında. Sizin, öteki ve daha da önemli parçanız çok ciddi bir tehlike içinde olunca, sisteminiz çöküyor. “O olmadan yaşamla nasıl mücadele ederim ki?” diyorsunuz. Kim bilir belki de sevdiğiniz bir şeyi kaybetmenin bencilliği. Biz Aysel’le bütün bir yaşamı paylaştık, hatta bu hayatı beraber noktalayalım, diye konuştuk. Öyle bir şey olmalı ki, biz aynı gün ölmeliyiz. Biri, öbürünün arkasında kalmasın. Ama şimdi mukaveleyi bozan biri var. Üstelik ikimizin iradesinin dışında mukaleve bozuluyor. E tabii zor bir durum. Ben hep “Metin olmaya çalış Aysel” dedim, “Temel tavır bu olsun. Çünkü sen istesen de istemesen de yaşam devam edecek. Kalan kısmını kendine zehir etmenin sana kazandıracağı hiçbir şey yok.”


Bu akılları veriyorsunuz ama siz ne haldesiniz?


- Felaket. Ben metin filan olamadığımı o zaman anladım. Güçlü filan değilim. Hatta karım söz konusu olunca çok hassasım. Köyde Mesudiye’de ev yaptırdık, orada çalışma odam var, bir gün asıl hayat orada başlayacak bizim için diye düşünürken, fark ettim ki Aysel yoksa Mesudiye de yok mu!. Oraya onsuz gitmem mümkün değil…

 

Siz bunları kimle konuşuyordunuz?

 

- Kendimle. Ve şimdi ilk defa sizinle. Aysel bile bilmez.

 

Peki o en kritik günlerde ruh haliniz nasıldı? 45 yıldan sonra eve yalnız dönmek nasıl bir duygu?

 

- Anlatması zor. Kocaman boş bir ev ve sen. Her şey anlamını yitiriyor. Zaman duruyor, gelecek yok. “Bunu yaparım, şunu da yaparım” demekten vazgeçiyorsun, hiçbir şey umrunda olmuyor. Çalışma odasına giriyorsun, müziği bile açmak istemiyorsun. Bir şey yazamıyorsun. Kitaplar seni bekliyor, okumak içinden gelmiyor. Her şey yabancılaşıyor. Hanımelinin kokusunu onunla paylaşmayı özlediğini düşünüyorsun. “Acaba bu yaz bahçedeki ağaçlar tekrar aynı güzellikte açacak mı? Biz yine birlikte onları seyredebilecek miyiz?” diyorsun…


Dağılmaktan, dağıtmaktan ve tembellikten fevkalade hoşlanırım

 

Siz birbirini değiştirmiş bir çift misiniz?


- Tabi, tabi. Özellikle Aysel beni çok değiştirmiştir, çok şey öğretmiştir. Ben de mesela “an”ın keyfini çıkarmayı öğrettim ona. Benim tabiatımda var bu. Üç arkadaş bir yere mi gittik, sonuna kadar yaşarım…


Sarhoş filan da olur musunuz?


- Tabii canım.


Ama gereğinden fazla kontrollü duruyorsunuz?


-
Çocukluğumdan beri öyle zannedilirim ama öyle değilim. Dağıtmaktan, dağılmaktan, tembellikten, savrukluktan fevkalade hoşlanırım. Allah’tan karşıma Aysel gibi bir çıktı da beni disipline etti. Aysel için vakit önemlidir. “Neden vakit boş geçsin?” der. Eğer vakit varsa, bir şeye dönüşmeli. Bir sorumluluğun gereği olan iş yapılmalı. Beni mesela bıraksan televizyonun önünde hiçbir şey yapmadan yatabilirim, her türlü tembelliğe yatkınım, böyle bir adamım aslında. Ama Aysel sayesinde akşamları çalışan biri oldum. İyi ki de oldum. Şimdi bende “Bu vakit neden boşa geçsin” diye düşünüyorum. Aysel beni yonttu. Bir de tabii sofranın kaldırılması işlerine dahil etti. Bunlar da benim aile kültürümde yoktu. Ama tabii Aysel şunu bilir, bana her şeyi yaptırabilirsiniz ama çok dikkatli bir üsluple enjekte edeceksiniz. Onun farkına bile varmamam gerekiyor.

 

4-5 GÜN YAZI YAZAMADIM


Karım hastanede. Henüz tetkikler yapılıyor ama durum ciddi, endişeliyim. O gün Hürriyet'in 60. yıl fotoğrafı çekilecek, birlikte aşağı indik. Fotoğraf çekiminden sonra yemek yenilecek. Eğildim Ertuğrul’un kulağına “Ben kaçıyorum” dedim, “Aysel hasta, ona gidiyorum” demedim. Ama belli ki özel bir durum var, yoksa niye gideyim? Hastanede bir de baktım, Aysel’in durumu ağırlaşıyor, gazeteye telefon ettim, anons koyun yazı yazamayacağım dedim. Gerçekten de 4-5 gün yazı mazı yazmadım. Ertesi hafta gazeteye geldiğimde Ertuğrul, “Oooo merhaba Oktay Bey, nerelerdeydiniz?” dedi. Tatile çıkmışım gibi davrandı. Meğer Aysel’in durumundan haberi yokmuş. “Bunca yıldır birlikte çalışıyoruz. Sana haber vermeden bir yere gittiğimi gördün mü?” dedim. “Görmedim ama yapabilirsiniz de” dedi. “O değil mesele” dedim, “Sana haber vermeden anons da koydurdum. Bunun farklı bir şey olduğunu hiç düşünmedin mi?” “Hiç aklıma gelmedi” dedi. “Zor bir dönem yaşadım ve sen farkında değilsin” dedim. “Ama bana söylemediniz ki!” dedi. Ben de “Genel yayın yönetmenleri en uzaktaki adamın da en yakındaki adamın sorunlarını bilmeli” dedim. “Haklısınız Oktay Bey” dedi. Zaten Ertuğrul’un en iyi tarafı, kin taşımayan bir adam olması. Öfkesi de saman alevi gibi, unutuyor. O zaman sen de ona kızamıyorsun.

 

Gazeteceleri alkol değil, egoları öldürür


Pazar günleri “serbest bilek” yazan pek çok yazar var, siz onlara özenmiyor musunuz?


- Hayır çünkü: 1- Beceremiyorum. 2- Konumun izin vermiyor.


Nasıl yani?


- Ertuğrul Özkök de diğer yazarlar da diledikleri gibi yazabilirler. Onların sütununun adı başyazı sütunu değil çünkü. Ama başyazar olarak ben, günlük siyasi olayların becerebildiğim ölçüde yorumunu yapmak durumundayım. Pazar günleri kafama göre takılırsam, birden bire üstünde frag ceketi, altında blue jean olan bir adama dönüşürüm.


Anladığım kadarıyla, bu sınırlamayı siz kendi kendinize getiriyorsunuz…


- Tabii, tabii. Kimse bana “Şöyle şöyle yap” demiyor ama benim anladığım başyazarlığın işlevi bu. Kabul ediyorum bu beni daha dar bir alanda oynamaya zorluyor ama rahatsız değilim.


O zaman başyazar Oktay Ekşi olduğunuzu için sizin yapamadığınız şeyler var…


- E var. Yazdığım sütun, Hürriyet yönetiminin veya yayın felsefesinin dışına çıkmamalı mesela. Başyazarlığın etkisi ve konumu eskisinden çok farklı ama ben hâlâ gazetenin temel felsefesine ve yayın politikasına uygun olduğunu düşündüğüm şeyleri yazıyorum. Kim bilir bazen Aydın Bey bile kızıyordur belki yazdıklarıma…


O niye kızsın…


- E çünkü onun da riski var…


Neden olsun ki? Patron belirlemez mi yayın politikasını?


- Patron belirler de, beğenmediği zaman da “Bu iş buraya kadar!” der. Benim işimin ömrü 15 dakikadır, 16. dakika yok. Kendi anlayışıma uygun yazarım, bedelini de üstlenirim.


Siz, Hürriyet’in aklının, sağduyusunun sesi misiniz?


- Yaptığım işi yapmaya devam edebiliyorsam evet böyle bir şey söz konusu. Sanıyorum ki buradaki ortak sesi çıkarmaya çalışıyorum.

Hürriyet’in başyazarlığı Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı olmak gibi bir şey mi? Arada bir “Başbakan kadar önemli adamım” diyor musunuz…


- Demiyorum. Başbakanın da ne kadar önemli bir adam olduğu ayrıca tartışılır. Başbakansan başbakansın “So what?”… Ayağınızın yerden kesilmesi en tehlikelisidir. Bu meslekte buna dikkat edeceksin. Aydın Bey anlatmıştı, Le Figaro’nun girişinde bir yazı görmüş, “Burada ne yazıyor?” demiş. “Gazeteciyi sanıldığı gibi alkol değil, egosu öldürür yazıyor” demişler.


Sizin ayaklarınızın yerden kesildiği hiç olmadı mı?


- Allah’a şükür olmadı. Biraz da kişilik galiba. Bazı meslektaşlarım başyazar olarak yatıyor, başyazar olarak kalkıyor, duşunu bile başyazar olarak alan var. Neyse ki, onlardan değilim.


Bir süre önce Serdar Turgut, başyazarlarla dalga geçen bir yazı yazdı…


- Evet, “Yeni bir düşünceleri yoktur, kupkurudur bunlar” diye. Söyledikleri arasında doğrular var ama her gün yeni fikirler üretmek de kolay değil. Serdar günde iki yazı yazıyor da ne üretiyor? Çok olağanüstü fikirleri olsa Rana ve penisten farklı şeyler de yazardı. Gülüp geçiyorum.


Bin yıldır aynı işi yapıyorsunuz. Bıkmadınız mı, sıkılmadanız mı? Hükümetler değişiyor, siyasiler değişiyor ama problem değişmiyor. Ve siz sürekli aynı şeyleri yazmak zorunda kalıyorsunuz. “Yeter kardeşim!” dediğiniz olmuyor mu!


- Olmaz mı? Beş para etmeyen, temel çözümünün bu kadar kolay olduğunu düşündüğümüz temel meselerinin hâlâ çözülmemiş olmasından bıkmaz mı insan? Bıkıyorum ben de. Benim yazılarımın yüzde 70’inde laiklik kavramı geçiyor. Niye geçsin? Hiç gereği yok. Keşke yazmaya, vurgu yapmaya gerek olmasa. Laiklik tartışması Turgut Bey’le başladı. İlk başlatan da zorunlu olarak ben oldum.  23 senedir neden bunları yazıyorum çünkü mecburum. E sen sistemin altını oymaya niyetlenirsen, bunun için açık- gizli politikalar uygularsan, ben de bunu görüyorsam mecburum yazmaya. Senin bu yaptığına ses çıkarmazsak çok ciddi bir tehlike ile karşılayabiliriz. Bıkıyorum ama yazmak zorundayım. Zaten adımız çıktı laikçiye. Derdim değil de…


Laiklik konusunda verdiğiniz savaşı kazanabilecek misiniz?


- Giderek daha zorlaştığını görüyorum. Ben 85’den beri bağırıyorum. Allah’tan laikliğin tehlikede olduğu anlayışı yaygın bir anlayış haline geldi. En azından bu ülkenin entelektüelleri bunun farkında. Halkın önemli bir kesimi biliyor. Ama tabii öbür tarafta da cemaatlerin örgütlenmesi, siyasi iktidardan destek almaları onlara çok büyük bir ivme kazandırdı.


Bunca sene… Nasıl geçti? Bir sürü meslektaşınız öldürüldü, öldü, meslekten ayrıldı, hükümetler değişti ama siz devam ediyorsunuz. Geçmişe bakınca nasıl değerlendiriyorsunuz. Her şey rüzgar gibi mi geçti?


- Bazen yazı işlerinde bir konu anlatmaya kalkıyorum, bir bakıyorum anlatmaya niyetlendiğim meselenin tarihi 40 sene öncesine gidiyor. Biz çocukken de İttihat Terakki’den ve Kurtuluş Savaşı’ndan söz ederlerdi, “Kim dinleyecek bunları?” derdim, oysa aradaki zaman 15-20 seneydi. Şimdi anlattığım her olayın en yakını 25 sene öncesine ait. Böyle bakınca, geride çok şeyin biriktiğini fark ediyorsun. Ama çok şey anlatırsam kafa şişiririm diye korkuyorsun, bazen de bakıyorsun çevrenizdeki gözler başka taraflara kaymış, o zaman hemen kısa kesiyorsun. Evdeki sansür memurum Aysel’dir, bazen bir televizyon programına çıkar, eve dönerim. “İzledim iyiydin ama çok uzatıyorsun Oktay” der, “Ne söyleyeceksen daha kısa söylemen lazım…”


Son soru: Bir erkek ne zaman büyür?


- Bir erkek büyür mü?

 

BAŞYAZARLAR ARASINDA EN AZ PARAYI BEN ALIRIM

 

Başyazarlar çok mu yüksek maaş alırlar?


- Ben hep aynı işi yapan insanlar arasında en az maaşı alarak yaşadım. Muhabirken benim işimi yapanlar benden daha fazla maaş alırlardı, büro şefi oldum diğer büro şefleri yine benden daha fazla para aldılar, başyazar oldum yine öyle…


Sesinizi çıkarmaz mıydınız?


- Ben kimseyle para kavgası yapmadım, yapamam. Ama 2 sene önce patladım.


Kendi kendinize mi patlıyorsunuz?


- Yok hayır… Ertuğrul’u 6-7 sene önce uyarmıştım. Ama tabii o dinler ve unutur. Sen unutuyorsun da benim için çok ciddi bir mesele. 6-7 sene bekledim. Sonunda Aydın Bey’e gayet kısa ve öz bir mektup yazdım ve resmi ortaya koydum. Sonra maaşım yükseldi.

 

 

Yazarın Tüm Yazıları