Ayna ve yüz...

Merhamet isteyene vermediğimiz merhamet, anlayış isteyenden sakındığımız sevecenlik, acısının paylaşılmasını isteyene açılmayan kapılarımız...

Hep bizi üzenleri hatırlarken, üzdüklerimizin hatırlamadığımızı sandığımız ıstırapları da çizgilerimizin arasından göstereceklerdi bize kendilerini.

Eğer aynaya yılda yalnızca bir kez baksaydık...

Eğer yılda sadece bir kez aynaya bakmamıza izin verilseydi, her baktığımızda orada yeni çizgilerle birlikte bizi şaşırtan değişiklikler görecektik.

Bakışlarımızda, ifademizde, yüzümüzün solan ya da artan ışığında meydana gelen farklılıkları keşfedecektik.

O yıl boyunca yaşadıklarımızın yüzümüzde bıraktığı izleri belki de teker teker tanıyacaktık.

Gözümüzün kenarına eklenmiş şu ince çizgide bizi üzmüş bir olayı, dudağımızın kenarındaki derinleşen şu kıvrımda bir sevinci yakalayacaktık.

Koca bir yıl yansıyacaktı aynaya yüzümüzle birlikte.

Eğer aynaya yılda sadece bir kez baksaydık...

Belki de unutmak mümkün olmayacaktı.

Unuttuğumuz, unuttuğumuzu sandığımız, unutmak istediğimiz nice olay, orada, yeni çizgilerin arasında taptaze, hiç dokunulmamış olarak karşımıza çıkacaktı.

Bakışlarımız yaşananlarla değişmiş olacaktı.

Ve, biz onları neyin değiştirdiğini bilecektik.

Hatırlayacaktık.

Her şeyi...

Bir hayatı hayat yapan bütün duygular, bir gün arandıklarında rahatça bulunsunlar diye arkalarında işaretler bırakan seyyahlar gibi incecik çizgilerden oluşan bir harita bırakacaklardı yüzümüze.

Bütün sevgilerimiz, bütün öfkelerimiz, bütün ihtiraslarımız, kendi maceralarını anlatmak için bir eski zaman parşömeni gibi kullanmış olacaklardı yüzümüzü.

Bütün zaaflarımız çizgilerden bir ışığın aydınlığında görünür olacaklardı.

Yüzümüzden korkacak mıydık acaba?

Bakmak istemeyecek miydik?

Yoksa bütün yaşadıklarımızı içine koyduğumuz bir define sandığı gibi en değerli varlığımız diye mi bakacaktık ona?

Yüzümüz yalnızca bir yüz olmayacaktı o zaman.

Bütün hayatımız olacaktı.

Bakacak ve görecektik.

Defalarca görmek istediklerimiz ve asla görmek istemediklerimiz bir arada, birbirine eklenen çizgilerde yan yana duracaklardı.

O çizgiler, kahkahalara, gözyaşlarına, fısıltılara, inlemelere, çığlıklara dönüşecekti.

Eğer aynaya yılda sadece bir kez bakabilseydik...

Her çizginin bir sesi olduğunu duyacaktık o sihirli yansımada.

Yüzümüzde bir iz bırakan nice ses, ışıkların içinde canlanacak ve biz onları kendi yüzümüze bakarak dinleyecektik.

Bazı sesler bizi hoşnutlukla gülümsetecek, bazıları yağmur bulutları gibi gri ve ıslak aydınlıklarıyla gözlerimizde dolaşacaktı.

Yaptığımız hatalar...

Üzüntülerimiz ve üzdüklerimiz...

Hepsi orada olacaktı.

Günahlarımızı görecektik...

Başkalarının yüzünde bıraktığımız çizgilerden bize yansıyanlar.

Onların gözyaşları...

Seslerindeki keder...

Onların da bizim çizgilerimize eklendiğini ve bazı çizgilerin bir başka yüzden bize doğru tek bir resimmişiz gibi hiç kesiksiz çizildiğini anlayacaktık.

Günahlarımızın çizgilerine dikkatle bakacak...

Ve, şaşıracaktık.

"Bu kadar çok mu" diye soracaktık kendimize.

"Bu kadar çok mu?"

Merhamet isteyene vermediğimiz merhamet, anlayış isteyenden sakındığımız sevecenlik, acısının paylaşılmasını isteyene açılmayan kapılarımız...

Hep bizi üzenleri hatırlarken, üzdüklerimizin hatırlamadığımızı sandığımız ıstırapları da çizgilerimizin arasından göstereceklerdi bize kendilerini.

Eğer aynaya yılda yalnızca bir kez baksaydık...

Öyle çok günah çizgisi görecektik ki yüzümüzde...

Bu, belki de bizi olduğumuzdan da merhametli, olduğumuzdan da anlayışlı kılacaktı.

Her çizgi canlanıp bir sahneye dönüşecekti.

Hepsine tek tek bakacaktık.

Bütün yeni çizgilere.

Yüzümüzün yanında başka yüzler belirecekti.

Bizim sayemizde sevinen yüzlerle, bizim yaptıklarımızdan kederlenen yüzler.

Büyük bir hesaplaşma olacaktı bizim için kendi yüzümüz.

Zaaflarımız, hep orada olduklarını, hiç kaybolmadıklarını, ruhumuzla birlikte çizgilerimize de sindiklerini aynanın içinden bize göstereceklerdi.

Korkacaktık.

Kendimizden korkmamız gerektiğini hissedecektik...

Ve, o kadar çok zaafımız varken başkalarının zaaflarına gösterdiğimiz hoşgörüsüz aşağılamayı, yaptığımız bu büyük haksızlığı anlayacaktık.

Belki o zaman başkalarına duyduğumuz nice öfke yatışacaktı.

Kendi yüzümüzde, kendi çizgilerimizde başkalarına ne kadar çok benzediğimizi, bizi diğer bütün insanlarla ortak kılan şeyin zayıflıklarımız olduğunu, bütün varlığımızla bu gerçeği reddetmeye çalışarak fark edecektik.

İşte o zaman belki de düşünecektik...

Ve diyecektik ki, insan kendi zaafıyla utanır ancak.

Başkalarınınkine sadece öfkelenir.

Yeni çizgileriyle bizi şaşırtan, her yıl baktığımızda bize hem çok tanıdık hem çok yabancı gelen, kendi hayatımızın yansıması olan yüzümüze baktığımızda ve orada zaafların derinleşen işaretlerini gördüğümüzde, kendi utancımızı hafifletmek için tek çarenin başkalarının zaaflarını affetmek olduğunu anlardık.

Yüzümüz söylerdi bunu bize.

Çizgilerimiz söylerdi.

Eğer yılda sadece bir kez baksaydık yüzümüze, bütün yıl boyunca bize göstermeden biriktirdiği çizgileriyle bizim karşımıza çıkar, bizimle konuşur, bize her şeyi anlatırdı.

Ama her gün bakılan bir yüz suskundur.

Her gün ona eklenenler öylesine ufak, öylesine fark edilmezdir ki onların söylediklerini duyamayız.

Gördüğümüz yüz, dün gördüğümüzün aynısıdır.

Bir günden bir güne değişen o kadar azdır ki onu fark etmekte aciz kalırız.

Kör oluruz kendi yüzümüze, kendi hayatımıza.

Kendi zaaflarımıza, kendi günahlarımıza kör oluruz.

Yüzümüz gerçekleri saklar bizden.

Ona her baktığımızda sadece görmeye alışkın olduğumuzu görürüz.

Sonsuz bir aynılık gibidir her gün bakılan yüz.

Bazen de orada yeni bir çizgi keşfederiz.

Daha dün baktığımızda orada değildi, diye düşünürüz.

Halbuki dün de oradaydı.

Alışkanlığın, keskinliğini yok ettiği gözümüzün fark edeceği kadar derinleşmemişti sadece.

O tek bir çizginin oluşması, yüzümüze yerleşmesi, diğer çizgiler arasında kendine bir yer açması için kaç söz söylenmiş, kaç günah işlenmiş, kaç sevinç yaşanmış, düşünmeyiz bile.

Çizgi, bir yaşlanma işaretidir, bize söylediği o kadardır.

"Yaşlanıyorsun," bu sözcüktür duyduğumuz.

Durup da hikayesini dinlemeyiz onun.

Anlatacakları ne çoktur halbuki.

"Ağlayan o kadını hatırlıyor musun" diyecektir dinleseniz, "Şehvetle sarsıldığın geceyi hatırlıyor musun" diyecektir, "Ne kadar güzel güldüğünü hatırlıyor musun" diyecektir, "Bir gece sahipsiz gibi gözüken bir kederle uyandığını hatırlıyor musun" diyecektir, "Bir cevap vermen gerekirken sustuğun günü hatırlıyor musun" diyecektir, "Gitme demeni bekleyerek hazırlanırken ve aslında gitme demek isterken sessiz kaldığın sabahı hatırlıyor musun," diyecektir.

Dinleseniz, sizinle konuşacaktır.

Ve, diyecektir ki, "Ben onların hepsiyim."

Ve, diyecektir ki, "Ben uzun bir macerayım."

Ve, diyecektir ki, "Bir dağ bir dünya için neyse ben de senin için oyum, patlamaların, kırılmaların, alevlerin sonucunda oluştum."

Ama dinlemezsiniz.

Hiçbirimiz dinlemeyiz.

Her gün baktığımız bir yüzün sesini duymayız.

Suskun ve sessizdir o.

Bazen bize yaşlandığımızı hatırlatan yeni bir çizgiyle beliren o hep aynı yüzdür.

Günahlarımızın izini bulamayız orada.

Zaaflarımızın izini bulamayız.

Sevinçlerimizin, özlemlerimizin izini bulamayız.

Alışkan bir körlükle bakarız kendi yüzümüze.

Ama eğer yılda sadece bir kere baksaydık.

Şaşırtırdı bizi.

O kadar çok işaret görürdük ki...

Bizi hayatımıza götürecek, bizi geçmişin patikalarında dolaştıracak, bize yaşadıklarımızı anlatacak o kadar çok ize rastlardık ki...

Onun peşine takılır, kendi geçmişimizde, kendi içimizde, ruhumuzda, biriktirdiğimiz hazinelerimizin, sakladığımız günahlarımızın arasında dolaşırdık.

Uzun bir yolculuk olurdu yüzümüz bizim için.

Merhametle dönerdik o yolculuktan, sevecenlikle dönerdik, olgunlukla, hoşgörüyle dönerdik.

Eğer her yıl sadece bir kere baksaydık yüzümüze...

Yüzümüzü daha çok tanır...

Ve, onun ışığıyla daha derin yaşardı.
Yazarın Tüm Yazıları