Aristokratik Seyahat (VI)

BEŞ pazardır anlattığım gibi, refakatçimin aristokratik ‘Etyen Dayı’sındaki gezintimizde sıra nihayet, feodal kalıntı arazi içinde en gösterişli yapıyı oluşturan şatoya geldi.

Tamam da, kıpır kıpır onarılmış ve büyük ihtimalle farklı bölümleri farklı dönemlerde inşa edilmiş bu derebeylik mekánı hakkında fazla bir şey söyleyemeyeceğim.

Çünkü, içeri giremedik.

*

GİREMEDİK ve refakatçimin ‘akrabaları’ (!) kapıyı haniyse yüzümüze kapattılar.

Parke taşıyla döşenmiş avluda, muhtemelen her ikisi de bizi kör gözleriyle fark ettiğinden değil sırf kokumuzu hissettiğinden üzerimize uyuz uyuz havlayarak gelen ihtiyar bir köpeği ‘hoşt’ladıktan sonra, refakatçim girişteki çıngırağı çaldı.

Hemen ardından, eşikte on üç-on dört yaşlarında bir çocuk belirdi.

‘V’ yaka lacivert kazağı, pötikare desenli gömleği ve ütülü kadife pantolonuyla, sadelikte şık giyim tarzıyla, eski cumartesi öğleden sonralarında ‘Konak Sineması’ önünde rastlanan ve Nişantaşı-Teşvikiye-Maçka üçgenine mensup yetişkinleri andırıyordu.

Bizlere hiçbir şey sormadan, şimdi antreden de sezilen ve birinci kata çıkan ahşap trabzanlı merdivenlere doğru ‘Mari Teyze’ diye seslendi.

O an, hem aynı antrede, hem de merdiven çıkışında, perspektif kavramı bulunmayan ve Ortaçağ av sahnelerini tasvir eden çok büyük duvar halılarının asılmış olduğunu gördüm.

‘Mari Teyze’ basamakları ikişer-üçer atlayarak koşar adım aşağı indi.

*

YAKLAŞIK kırk yaşlarındaki kumralca kadının üzerinde de yine ‘V’ yaka ve koyu eflatuni bir kazak; ‘Burberry’ ekoseli eteklik ve hafif topuklu kahverengi iskarpinler vardı.

‘Krem anglez’ yenilen ‘nezih’ (!) pastanelerde öğleden sonraları eski kolej arkadaşlarıyla buluşan Nişantaşı-Teşvikiye-Maçka üçgeni annelerine benziyordu.

Tek heceli kelimeleri uzun uzun uzatan ve her halükarda da cümleleri ağır aksak telaffuz eden, yöre şivesinin çok belirgin olduğu bir Fransızcayla ne istediğimizi sordu.

*

REFAKATÇİM kendini tanıttı ve ‘Sen herhalde Manon Yenge’nin kızı Mari’sin, beni hatırlamadın’ diye ekledi.

Kadın gayet soğuk ve sahte bir tebessümle ‘Evet’ yanıtını verdikten sonra, o mıymıntı lehçesine rağmen makine gibi bir ifadeyle, ‘Evde kimse yok, hepsi ava gittiler. Ben Dick’le yalnızım. Şato ziyarete nisan başından itibaren, cumartesi ve pazar günleri saat dörtle on sekiz arasında açılıyor. Eylül ortasında da mevsim bitiyor. İsterseniz o zaman uğrayın’ cümlelerini sıraladı.

Ardından da, sanki komünist dönem Rusya’sında, eski Çar malikánesine muhafızlık yapan ve semaver kaynayan bekçi odasında yün örerken rahatsız edildiği için canı fena halde sıkılan şişko bir ‘babuşka’ymışçasına, kapıyı haniyse suratımıza kapattı.

Kös kös döndük.

Ne ilk kattan notaları kış manzarasına dökülen ve muhtemelen deminki çocuğun bir kuyruklu piyanoda çalmaya başladığı Mozart sonatına; ne de şimdi bize iyiden iyiye alışan ihtiyar ve uyuz köpeğin kuyruk sallayarak yaltaklanmasına aldırdık, ‘Etyen Dayı’nın evine doğru yürümek için avludan araziye çıktık.

*

PATİKAYI döner dönmez refakatçim, ‘Bu eli maşalı Mari aynı zamanda da mürebbiyelik yapar. Baksana, bizi haylaz çocuk gibi nasıl kışkışlayıverdi’ dedi.

Sonra, Mari’nin annesi ‘Manon Yenge’nin asilzadelikle hiç mi hiç ilgisi bulunmadığını, háttá ‘hafifmeşrep’ (!) diye yedi cihana námı çıkmış olduğunu; fakat yaşlı bir dayının hatuna pavyonda abayı yakıp, skandala aldırmadan kadını şatoya getirdiğini; nihayet, kısa bir müddet sonra onun ölmesi ertesinde ‘Manon Yenge’ tekrar ‘günahkar hayatı’na (!) döndüyse bile, ilkin beraberinde getirdiği kızının yarı ‘ahiret kardeşi’, yarı ‘mürebbiye’ sıfatıyla ailede demirbaşlık kazandığını; hiç evlenmeyen Mari’nin de ‘ihtiyar kız’ bir matmazel olarak kaldığını anlattı ki, doğrusu daha fazla ayrıntısını unuttum.

Sonbahar nihayeti yağmurlarının coşkusuyla akan ırmağı izleyerek tepeye doğru çıkarken ‘Ama şato çok bakımlı’ dediğimde ise refakatçim kahkahayla güldü.

‘Ah, sen üç-dört sene önce görecektin. O uyuz köpeğin kulübesi bile, damı çökmüş, duvarları yıkılmış, çerçeveleri çürümüş şatonun yanında değme káşane kalırdı’ karşılığını verdi.

Meğersem, tıpkı ‘Kerim’anım Teyze’nin Süleymaniye’deki eski konağı gibi, şaşaası biten familya ‘fukaralaşıp’ (!) bakımı için olukla para isteyen binanın şusuna busuna yetişemeyince, yapı tamamen metruk duruma düşmesin diye ‘aile meclisi’ metazori çok ‘radikal’ kararlar vermiş.

Hükümetten onarım kredisi alınmış ve bunu ödemek mecburiyetinden dolayı, hem bayağı fahiş bir ücret karşılığında mekán ziyaretçilere açılmış; hem de düğün, dernek; nişan, tören; film, konser için kiralanır olmuş.

*

REFAKATÇİM gayet alaycı bir ifadeyle, ‘Düşünebiliyor musun, tam banyoda makyaj yaptığın sırada içeri çoluk çocuk tanımadığın insanlar doluşacak ve sana mumyaymışsın gibi bakacaklar? Yahut sofrada yemek yiyorsun ve canın geğirmek istedi ama aynı anda projektörlerin altında kamera Ortaçağ aşk sahnesi çekiyor olacak’ diyordu ki, işte ‘Etyen Dayı’nın evi önüne geldik.

‘Aristokratik Seyahat’in son bölümünü gelecek pazar noktalayacağım.
Yazarın Tüm Yazıları