GeriSeyahat Trastevere’de her pazar şenliktir
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
Trastevere’de her pazar şenliktir

Trastevere’de her pazar şenliktir

Roma’da Tiber Nehri’nin batı yakasında, Vatikan’ın güneyinde kalan semtin ismi Trastevere.

Ortaçağ atmosferini yaşatan dar sokaklarındaki popüler kafeler, restoranlar, sanat galerileri gün boyunca turistlerle dolu. Ortaçağda Yahudi mahallesiydi. 1960’larda Amerikalı müzikçi ve ressamların mekânı oldu.

Sizlere gerçek Romalıların semti olduğu söylenen, bir başka Roma’dan, rüya gibi bir semtten, Trastevere’den söz etmek istiyorum. 3 bin yıllık şehirde Campidoglio, Roma Forumu, Vatikan, San Pietro Katedrali, Campo dei Fiori pazarını, Panteon’u gezmiş olabilirsiniz. Fakat Tiber Nehri’nin karşı kıyısına geçip Trastevere’yi yaşamadan, parke taşı sokaklarını arşınlamadan, daracık labirentlerinde yitmeden Roma’yı görmüş sayılmazsınız.
Aman dikkat: Telaffuzda vurguyu ilk e’de yapın, yoksa çok kızar Trastevere’liler. Latincedeki Trastiberim kökeninden, yani Roma’yı boydan boya geçen “Tiber Nehri’nin öte yakası” kökeninden gelir adı.
Etrüsklerden bu yana Trastevere surların dışı, marjinallerin, dışlanmışların, tutunamayanların, ötelenmişlerin semti olmuş. Roma İmparatorluğu Ön Asya ve Afrika’ya yayılınca Ortadoğulular, Suriyeliler, Yahudiler yerleşmiş ilkin. Sonra onlara ekmeğini nehirden çıkaran balıkçılar, liman işçileri katılmış. 20’nci yüzyıl sonlarında sanatçı, bohem ve zengin yabancılar keşfetmişler semti. Halk sosyal, mimari dokunun bozulmasına izin vermemiş. Yemyeşil Gianicolo Tepesi’nin eteklerine yayılmış, renkleriyle, kokusuyla, insanlarıyla bizim Fener, Balat, Samatya, Ayvansaray tadında bir semt burası...
Beş altı yıldır Roma’ya yolum düşmüyordu. Geçenlerde bir iş için gittiğimde, ilk fırsatta Trastevere’ye koştum. Piazza di Bocca di Verita (Gerçeğin Ağzı) Meydanı’nda otobüsten indim. Hava soğuk olmasına karşın sokaklarda epeyce turist vardı. Onlar gibi Gerçeğin Ağzı’na elimi soktum. Santa Maria in Cosmedin Kilisesi’nin girişinde, duvara yerleştirilmiş taşa deniz tanrısı sureti işlenmiş. Göz, burun ve ağız delik. Ortaçağda sadakatinden şüphelenilen kadınlar doğruyu söylemeleri için ellerini suretin ağzına sokmaya zorlanırlarmış. Yalancının elinin kopacağına inanılırmış. Sokmayanlar cezalandırılırmış. 1953 yapımı Roma Tatili filminde Audrey Hepburn de bu taşa elini sokunca önündeki turist kuyrukları uzamış.

NEHİRDEKİ ÇİFTE KÖPRÜLÜ ADACIK

Meydandan küçük bir yokuşu tırmanıp Tiber’in kıyısına vardım. Ponte Palatino Köprüsü’nü geçip, Lungotevere di Pieroni Caddesi’nden ırmak boyunca yürüdüm. Pırıl güneşli bir pazar sabahı... Sabah yürüyüşüne çıkmış yaşlılar, turistler, sevgililer geçiyor yanımdan. Az sonra meşhur adacık çıkıyor karşıma. Isola Tiberina ırmak ortasına demir atmış, her an seyrüsefere çıkacak bir kalyon gibi... İki yakaya birer köprüyle bağlanıyor. Bu minik adacıkta Aziz Bartolemus’un kemiklerinin bulunduğu iddia edilen ilginç çan kuleli 10’uncu yüzyıl yapısı San Bartolomeo Kilisesi, küçük bir sinagog ve hastane var. Kilise meydanındaki Antico Caffe dell’İsola’ya dalıp kahvaltı yapıyorum, üstüne enfes sade kahvemi (solo lungo) içiyorum. Damağım Roma’da olduğumu nihayet hissediyor.

GLOBALİZME MEYDAN OKUYAN CADDE

Tekrar Trastevere’ye dönüyorum. Bugün Porta Portese Meydanı’nda bitpazarı kuruluyor. Amacım alışveriş değil, seyir. Eski kitaplar, ilginç objeler, antikalar ve insanlar arasında keyfime diyecek yok… Sonra Via San Francesco a Ripa Caddesi’ni izleyerek semtin kalbine yöneliyorum. Bu cadde küçük dükkânlarıyla globalizme, fast food kültürüne karşı koyuyor. Manavlar, ayakkabı tamircileri, berberler... 80’lerinde kravatlı bir beyefendi yanımdan geçerken tebessümle, günaydın, diyor. İçim ısınıyor… Terracotta, tuğla, zerdali, buğday başağı tonlarda binalar, daracık sokaklar, büyük saksılarda çiçekler....
Ve semtin kalbi Santa Maria Meydanı’ndayım. Kafe, bar, restoranların masalarında gazeteler okunuyor, kahveler yudumlanıyor. Parke taş kaplı meydanın ortasındaki devasa istiridye kabuklarıyla süslü muhteşem çeşmenin merdivenleri insan dolu. Sohbet edenler, güneşlenenler. Top oynayan çocuklar. Şehrin ortasında bir köy meydanı sanki. Sabatini’ye oturup bir Campari Rosso istiyorum. Burada kırmızısı içilir çünkü...
Meydandaki Santa Maria, 3’üncü yüzyılda yapılmış. Roma’nın ilk kiliselerinden. 12, 17 ve 18’inci yüzyıldaki müdahalelerle orijinalliğini yitirse de güzelliğini koruyor. Aziz heykelleri, Konstantiniye’den (İstanbul) gelen Bizanslı ustaların yaptığı mozaik panosu görülmeye değer.
Bir sonraki durağım uzatmalı sevgilim Piazza di Pcinula. İşte size huzur ve dinginlik… Bir yeryüzü cenneti burası. Meydandaki bir kaldırıma oturup duvardaki sonbahar renklerini giyinmiş sarmaşıkları seyrediyorum. Her gelişimde uğradığım harika restoran Cornucopia tam karşımda. Bu kez yeni yerler keşfetmeliyim.
Meydanla epeyce hasbı hal ettikten sonra Arco de Tolomei sokağına girip ortaçağdan kalma bir kemer geçitten geçerken hangi yüzyılda, zamanlardan hangi zamanda olduğumu merak ediyorum. Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu var…

SERGIO LEONE BU SOKAKLARDA BÜYÜDÜ

Via dei Vascellari sokağından yukarı doğru çıktığımda sağda Santa Cecilia in Trastevere Kilisesi ve onun vahayı andıran yemyeşil avlusunda biraz dinleniyorum. Orgun mucidi, müzik ve müzisyenlerin koruyucu azizesi Cecilia adına yapılmış bu kilise. Mozaikleri, sunağın altındaki muhteşem Azize Cecilia heykeli görülmeye değer. Kiliseden çıktığınızda tam karşınızda semtin en sevimli köşelerinden Tacirler Meydanı (Piazza dei Mercanti) var. Buradaki Da Meo Patacca bar restoran çok ünlü ama her zaman turist dolu.
Ara sokaklardan kâh sorarak kâh sezgilerimle semtin ana meydanı Santa Maria in Trastevere’ye doğru ilerliyorum. ‘İyi, Kötü, Çirkin’, ‘Bir Zamanlar Amerika’da’ gibi efsanevi filmlerin yönetmeni Sergio Leone, film müziği bestecisi Ennio Morricone bu sokaklarda geçirmişti çocukluğunu.
Meydan akşamüzeri sokağa çıkmış gençler, turistlerle dolu. Zaten bu semt hiç uyumuyor ki. Hava karardıktan sonra barları, sokakları dolduran gençler, neredeyse sabahlara kadar sohbet ediyor, içiyor, eğleniyor. Bu semtteki birkaç Amerikan üniversitesi bölgeyi gençliğin çekim alanı haline getirmiş. Pek çok eğlence mekânı var. Ben Big Mama’yı öneririm. Kaliteli caz, blues toplulukları çıkıyor sahnesine. (Vicolo di San Francisco a Ripa, 18).
Sabatini’nin karşısındaki Via Della Paglia sokağını takip ederek meydandan çıkıyorum. Sarmaşıklarla süslü kafe, barlarla dolu Via Fonte D’Olio sokağı sağımda. Devam edip Piazza San Egidio meydancığına varıyorum. Folklor Müzesi ve tiyatro binası burada. Bu noktada Vicolo del Cinque sokağına girerseniz 3 numarada Cancio La Parolacchia isimli ilginç bir restoran var. Çok meşhur, çünkü yemek boyunca sahipleri sürekli müşterilere hakaretler, küfürler yağdırıyor, şakalar yapıyorlar. Esprileri yakalayabilmek için çok iyi İtalyanca bilmek gerekiyor. Ben bir kez gittim, esprileri yakalamakta epeyce zorlandım. Ama müthiş bir ortam.

CARAVAGGIO’NUN ÖĞRENCİLERİ

Bu bölge yeni açılan butikler, sanat galerileri ve hoş kafelerle dolu. Ben soldan Via della Scala sokağından devam ediyorum. Biraz ilerleyince harika bir meydana, Piazza della Scala’ya çıkıyorum. Sevimli meydana adını veren Santa Maria della Scala Kilisesi’nde Caravaggio’nun talebelerinin birkaç tablosunu görebilirsiniz. Bitişikteki enfes eczanenin yapısı 16’ncı yüzyıldan kalma. Kilisenin solundaki muhteşem 18’inci yüzyıl yapısı bugün anaokulu. Karşıdaki bir kafede oturup kahvemi yudumlarken gelip geçeni seyrediyorum.
Via della Scala’dan devam edip harika bir taş kapı olan Porta Settimiana’ya ve yol ayırımına varıyorum. Eğer kapıdan geçip devam ederseniz Corsini Sarayı’na ve bahçelerine, Farnesina Villası’na gidersiniz. Ben gözlerimi, damağımı, ruhumu bu günlük yeterince doyurdum. Via di Santa Dorotea sokağına girip Piazza Trilussa’ya yöneliyorum. Yol üzerinde son durak olarak sarmaşıklar arasına gizlenmiş bir barın terasında limoncello’mu (limon likörü) içiyorum. Biraz dinlendikten sonra daima açık bir pazar bulunan Trilussa Meydanı’na, sonra da Tiber kıyısına çıkıp Roma’ya geçmek üzere Ponte Sisto’ya giriyorum.
Köprünün tam orta yerinde “sono felice, molto felice / Mutluyum, çok mutluyum” diye haykırmak geliyor içimden... Biliyorum ki bir sonraki gelişimde de Trastevere’den aynı duygularla ayrılacağım...

Sokak arası sürprizi
Bu gezinin lezzet armağanı Mercanti Meydanı yakınlarında karşıma çıkıyor. Trattoria Da Enzo al 29 (Da Enzo Lokantası), Salumi ile Via dei Vascellari sokağının kesiştiği noktada. Adres sorma bahanesiyle girip etrafı inceliyorum. Sonra hislerime güvenip masaya oturuyorum. Sade bir restoran burası. Tuvalet kapısındaki espri harika: “Atla girilmez!” Tam bir Roma mutfağı. Garson Sonia’ya tavsiyelerini soruyorum. “Merak etme” diyor. Enfes bir Chianti şarabı koyuyor masaya. Ardından fiore di zucchhino fritto (kabak çiçeği kızartması), cicoria all’agro (sarmısaklı hindiba) geliyor. Hepsi leziz. Kendimi Olimpos Dağı’nda ziyafete oturmuş Zeus gibi hissediyorum. Ana yemek olarak Sonia, soslu boğa kuyruğu yerine gratine peynirli spagetti öneriyor. Sonra sofraya tiramisu koyuyor. Diğer garson “bu da benden” diyor badem likörünü getirdiğinde. Lokanta sahibi de hesapla beraber antep fıstıklı dondurma getirdi. Ve kulağıma fısıldadı: “Geçen yaz Roma’nın en iyi dondurması ödülünü kazandık.” Bir ödül de benden... Bu yemeğe hepi topu 40 Euro ödedim. Çıkarken Sonia ardımdan gülümseyerek el sallıyordu.

 

False