GeriSeyahat İnce, hassas, gri-kahverengi ruhlu kuleler kenti Prag
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi
İnce, hassas, gri-kahverengi ruhlu kuleler kenti Prag

İnce, hassas, gri-kahverengi ruhlu kuleler kenti Prag

Nüfusu bir milyonun az üstünde olan Prag, gezmesi çok kolay, tanıması da o ölçüde zor bir kent. Tüm kente tepeden bakan Prag Kalesi, onun surlarıyla kentin ana ekseni Vltava Nehri arasına yayılmış "Küçük Mahalle" anlamındaki Mala Strana, eski şehir, yeni şehir ve Yahudi Mahallesi Prag’ın turistik zenginliklerinin büyük bölümünü kapsıyor ve kişinin temposuna göre 2-3 günde gezilebilir. Praglıları ve kentin ruhunu anlamak ise çok daha zor.

Prag Kalesi’nin 9. yüzyılda yapımıyla başlayan Prag tarihi, hep yabancı işgalleri ve zulmünden oluşuyor. En uzunu Avusturyalı Habsburgların 400 yıl süren hükümranlığı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun 1918’de çöküşü sonucu kurulan Çekoslovakya’nın bu ilk bağımsız dönemi ancak 20 yıl sürebildi. 1938’de Nazi Almanyası tarafından işgal edilen ülke 1948’de de Sovyet denetimi altına girdi. 1968’de çok kısa süren bir özgürlük rüzgarını tanklarıyla dağıtan Sovyetler bir 20 yıl daha ülkeyi boyunduruk altında tuttu. Özgürlüğüne Soğuk Savaş’ın bitişiyle 1990’da tekrar kavuşan Çekoslovakya son kez de Slovakların dayatması üzerine ama bu sefer barışçı biçimde, ikiye bölündü ve Prag 10 milyon nüfuslu Çek Cumhuriyet’nin başkenti olurken Viyana’nın yanıbaşındaki Bratislava da Çeklerin yarı nüfusuna sahip Slovakya’ya başkent yapıldı.

Komşularının işgal ve zulmüne karşı Çeklerin geliştirdikleri savunma mekanizmaları Yaroslav Haşek’in roman kahramanı Aslan Asker Şvayk’ın saflık numaralarından kentin en ünlü evladı Franz Kafka’nın dayanılmaz kasvetli içe
/images/100/0x0/55ea0b1ef018fbb8f86686b3
kapanıklılığına kadar geniş bir psikolojik yelpazeyi kapsıyor. Kentin ince duygulu ama karamsar ruhunu belki de en iyi sergileyen ünlü ressam Joseph Sudek’in siyah beyaz panoramaları. I. Dünya Savaşı’nda sağ kolunu kaybeden Sudek’in 1894 yapımı Kodak makinesiyle yakaladığı Prag, her zaman loş ve adeta boş bir kent görünümünde. Zannedersiniz ki insanlar evlerine çekilip sokakları işgal ordularına terk etmişler. Karakış dışında Prag’ı ziyaret ederseniz 21. yüzyılda da işgalin turist gruplarınca sürdürüldüğünü göreceksiniz.

ALTIN SOKAK VE KRALİYET BAHÇESİ

Sudek’in 1959’da yayımlanan "Panorama"sı gibi biz de Prag ziyaretine Vltava’nın kenarındaki en yüksek tepe olan Hradcany’e oturtulmuş Kale’den başlayalım. Surlarının kucakladığı alanda bir saray, üç kilise ve bir manastır mevcut. Başlangıcı Viyana’nın sembolü Stephansdom gibi 14. yüzyıla uzanan St. Vitus Kilisesi’nin tamamlanması ise 20. yüzyılı buluyor. Girişini çerçeveleyen iki gotik kule ve Rönesans stilindeki çan kulesiyle Prag’ın profilinin en belirgin noktasını oluşturmakta. Kentin ortaçağlarda kullanılan giriş kapılarının köşelerinde yükselen incecik kuleler ve kentin tüm profiline yayılmış çan kuleleri Prag’a "kuleler kenti" lakabını vermiş. Kale’deki diğer ilginç binalar arasında St. George Kilisesi ve manastırını, çok zengin bir resim koleksiyonunu barındıran Stemberg Sarayı’nı ve Kralovsky Kraliyet Sarayı’nı sayabiliriz.

Kale’nin kente bakan surlarının üstüne kondurulmuş Altın Sokak (Zlata Vlicka) Prag’ın en şirin köşesi. Hükümranlığı sırasında Habsburg’ların başkentini Viyana’dan Prag’a nakleden II. Rudolf’un 24 saray muhafızı için 16. yüzyılda yapılan ufacık odalar daha sonra simyacı ve kuyumcu dükkanlarına dönüştürülmüş, 19. yüzyılda Nobel ödüllü şair Jaroslav Seifert ve Franz Kafka’yı barındırmış. Günümüzde ise önlerinden akan turist seline Kafka kartpostalları, kahverengi tonlu Sudek taklidi Prag fotoğrafları ve kentin özelliklerinden olan kuklaları satıyorlar.

İnsan seliyle birlikte Altın Sokak’tan kaleyi terkedip Vltava kıyılarına inmek yerine kalenin giriş cephesine geri dönerseniz 16. yüzyıldan kalma ince uzun Kraliyet Bahçesi’ni keşfedersiniz. Lale Hollanda’ya götürülmeden önce Türkiye’den ilk defa bu bahçelere Kral I. Ferdinand (1526-64) tarafından getirtilmiş. Aynı hükümdar tarafından karısı için yaptırılan yazlık Belvedere Sarayı da Rönesans mimarisinin İtalya dışındaki en güzel örneklerinden sayılıyor.
/images/100/0x0/55ea0b1ef018fbb8f86686b5

Bahçeleri de gezdikten sonra sırtınızı kalenin ana giriş kapısına verip 10 dakikalık bir yürüyüşle bir dinsel külliyeyi oluşturan Loreto’ya varabilirsiniz. Bir azize için 1626’da bitirilmiş Loreto’nun içinde Meryem Ana’nın evinin bir benzeri, kilise ve manastır bulunmakta. Prag Edebiyat Müzesi de burada. Loreto’ya gelirken yolun solunda Askeri Tarih Müzesi olarak kullanılan 16. yüzyıl Rönesans stilindeki Schwarzenberg Sarayı’nı, az ileride sağda ise 1688’de Kont Çernin’in yaptırdığı, sonraları Dışişleri Bakanlığı’na dönüştürülen devasa Çernin Sarayı’nı görürsünüz. Güçlü rivayete göre Ruslar 1948’deki darbelerine direnen zamanın Dışişleri Bakanı, Çekoslovakya’nın ilk ve popüler Cumhurbaşkanı’nın oğlu Tomas Masaryk’ı binanın en üst katından atarak öldürmüş.

Kentin çok güzel perspektiflerini Loreta’nın hemen altındaki kır gazinosundan çekmek mümkün. Vltava’ya yavaş yavaş buradan inebileceğiniz gibi, geldiğiniz yoldan kalenin ana kapısına döküp, onun sağındaki yokuştan da Küçük Mahalle’ye yürüyebilirsiniz.

ZAMANIN 18. YÜZYILDA DURDUĞU MAHALLE

Zamanın akışının 18. yüzyıldan beri dondurulduğu bu mahalledeki Barok saraylar ve cepheleri birbirinden ilginç süslemelerle bezenmiş evlerin her biri biblo güzelliğinde. Her köşesi heykel, resim ve fresklerle dolu St. Nicholas Kilisesi Küçük Mahalle’ye nasıl tepeden bakıyorsa mahalle de Tuna Nehri’nin önemli bir kolu olan Vltava’nın’nın karşı kıyısındaki yeni ve eski şehirleri öylesine yukarıdan seyrediyor.

Semte bitişik Kampa Ada’sındaki Kampa veya biraz ilerideki Hergetova Cihelna yemeği kadar manzarasıyla da ünlü restoranlardan. Fiyatları ününü yansıttığı için, pratik bir yaklaşım, semti eski şehire bağlayan Charles Köprüsü’ne gelmeden hemen soldaki bir mahzende Çek yemeklerini sunan Mavi Ayakkabı’da karın doyurup tatlı ve kahve için Kampa’nın restoranlarına gitmek olabilir.

Prag’ın bir simgesi göğü delen iğne gibi incecik kuleleriyse diğeri de geçmişi 1357’ye uzanan 520 metre uzunluğundaki Charles Köprüsü. Her iki korkuluğu üzerinde dinsel heykellerin yer aldığı köprünün üstünde seyyar satıcıların tezgahlarından ve sokak müzisyenlerinden arta kalan alanda sürekli bir insan seli akmakta. Eski şehirin savunma hattındaki ana kapılardan birini oluşturan 700 yıllık Köprü Kulesi’nin galerisine tırmanarak kalabalıktan kaçıp, Prag Kalesi’ni ferah bir açıdan görüntüleyin.

Sonra nehrin kenarında yüz metre kadar Milli Tiyatro’ya doğru yürüyün. Solda Cafe Slavia’yı göreceksiniz. Çeklerin milli duygularını seslendiren Bedrich Smetana (1824-1884) Slavia’nın üst katında Vltava’nın üzerinden Prag Kalesi’ne bakan aydınlık bir dairede yaşamış. Aynı dönemin heyecanlarını ve milliyetçi uyanışı paylaşan Antonin Dvorak da (1841-1904) Praglı. Kentin müzik tarihinde yer alan en önemli olay ise Don Juan’ın galası. Viyana’ya küsen Mozart bu operasını ilk defa Prag’ın Ulusal Tiyatrosu’nda sahneye koyuyor ve yönetiyor. Söylentiye göre uvertürünü son anda bitirebildiği eser büyük beğeni kazanıyor ve Mozart Praglıların gönlünde taht kuruyor.

Smetana’nın dairesinin hemen altındaki Cafe Slavia’daki hararetli sohbetlere geçmişte katılanlar arasında Kafka, Rilke ve Seifert gibi edebiyatçılar ve devrine göre Avusturya, Alman ve Rus muhbirleri vardı. Komünizm sonrasının ilk cumhurbaşkanı edebiyatçı Vaclav Havel de Slavia’nın müşterileri arasında sayılıyor. Kahvehane son yıllarda yeniden dekore edilmesine rağmen Sovyet döneminin koyu kahverengi kasvetini korumuş; neyseki Vltava’ya bakan geniş pencereleri bir ferahlık veriyor.

Cafe Slavia’dan on dakikalık bir yürüyüş sizi Prag’ın turistik kalbini oluşturan Eskişehir Meydanı’na getirir. Geçmişi 1365’e dayanan ve (yine) incecik kuleleriyle tanınan Tyn Kilisesi, turistlerce durmaksızın görüntülenen Eskişehir Kulesi’nin hareketli saati, Kafka’nın 1893-1901 arasında öğrencilik yaptığı Kinsky Sarayı, Einstein’ın Kafka ve yazar Max Brod’la sohbet ettiği, hatta keman çaldığı edebiyat "salonu" meydanı çerçeveleyen anıt yapıtlardan sadece bazıları.

Avrupa’nın mazlum halklarından Çeklerin yaşadığı iki acı olay da bu meydanda anıtlaştırılmış. Yozlaşmış Katolik kilisesine başkaldırdığı için 1415’te diri diri yakılan devrimci papaz Jan Hus’un heykeli meydanın odak noktası. Avusturyalıların 1620’de Çekleri yenip 400 yıllık egemenliklerini başlattıkları Beyaz Dağ savaşından sonra idam ettikleri 27 Protestan liderinin isimi ise Eskişehir Kilisesi’nin duvarındaki bronz plakette kazılı.

Yeni şehirin 1348’de kurulduğunu düşünürseniz yanıbaşındaki eski şehirden çok farklı olmadığı anlaşılır. Birçok kilisenin yanısıra Devlet Operası ve Milli Tiyatro’yla Milli Müze ve ünlü bestecileri Dvorak’ın müzesi de bu semtte. Modern alışveriş mağazalarıyla, cafe ve restoranların bulunduğu Wenceslas Meydanı ise kentin önemli odak noktalarından biri. Viyana’nın öncülük yaptığı "art nouveau" türü "ayrılıkçı" akımı yansıtan birçok bina da bu mahallede. Özellikle Hotel Europa ve Belediye Binası görülüp, buralarda kahve molası verilebilir.

YAHUDİ MAHALLESİNDE ZULMÜN İZLERİ

Prag’ın tarihi semtlerinden bir diğeri Yahudi Mahallesi. Ortaçağlarda Avrupa’nın en büyük Yahudi yerleşim merkezlerinden olan Prag gettosu her ne kadar 19. yüzyılın sonunda yıkılmışsa da kalan sinagoglar ve eski Yahudi Mezarlığı’nın çevresinde Musevi kültürünün kalıcı izlerini görmek mümkün. Rehberimiz Yahudilere karşı ayrımcılığın komünizm döneminde de sürdüğünü, bu nedenle Nazi kamplarından kurtulmuş babasının kendisinden Yahudi olduklarını sakladığını, kolundaki kamp dövmesinin ise herkese doğuştan verilen cennete giriş sıra numarası diye çocuklarına izah ettiğini anlattı.

Günün yorgunluğunu atmak için bizi en sevdiği birahane olan Altın Kaplan’a götüren Amerika’dan üniversite arkadaşım Peter’in öyküsü de aynı ölçüde dramatikti. II. Dünya Savaşı’nı değişik cephelerde geçiren babası General Palecek’i bu dönemde bir kere kucaklayabilmiş, babası savaş sonrası Rus güdümlü komünist Çek yönetimi tarafından Yugoslav ajanı olmakla suçlanıp hapsedildiği için Peter’ın onunla ikinci karşılaşması 17 yaşındayken gerçekleşmişti. 1968’de Amerika’ya Üniversite’ye gelen Peter, Dubçek rejiminin devrilip sınırlarının tekrar kapatılması sonucu yıllarca karısından da ayrı kaldı. Epey sonra karısı, sonunda da cezası biten babası Amerika’ya geldiler. General Palecek Kaliforniya’da ölünce rejim bu sefer annesinin yıllar boyu özlemini çektiği eşinin cenazesine gitmesini Kafkamsı bürokratik oyunlarla engelledi. Sarımsaklı kızarmış ekmek, biberli peynir salatası gibi yerel "meze"lerin eşliğinde masamıza gelen kocaman bira bardakları boşalmış ama Peter’in dramı bitmemişti. 1989’da komünist rejim çökünce Prag’a dönen Peter bu sefer de şahit olduğu yolsuzluklardan ve eski komünistlerin kapitalizm bahanesiyle ülkeyi yağmalamalarından tiksinmiş ve tekrar Amerika’ya gönüllü sürgüne dönmüştü.

Rehberimizin ve Peter’in bizimle paylaştıkları yaşam öyküleri Sudek’in loş panoramaları, Kafka’nın kasvetli tasvirleri ve Seifert’in dokunaklı şiirleriyle birleşince Prag’ın ince, hassas, kendini çok iyi kamufle edebilen, anında içine kapanabilen gri-kahverengi ruhunu gizleyen perde biraz da olsa aralandı ama sadece arkasındaki tülleri gösterecek kadar...
False