Yiyorum, yiyorum zayıflayamıyorum

BANKA sektörü ile ilgili yazılardan bıktınız ama, inanın bu konu daha çook su kaldırır. Koç Holding'in, bir tanıma göre ilk profesyonel CEO'su (baş yöneticisi) Hulki Alisbah, böyle dipsiz mevzular için ‘‘eski halı gibidir; dövdükçe tozu çıkar’’ derdi.

Güncel konu şu: Mali yapısı bozulmuş, teknik tabiriyle ‘‘sermaye yeterliliği oranı’’ (capital adequacy ratio) asgari seviyenin altına düşmüş bankaları devlet, a) Fon'a alıp kendisi mi yönetsin (icabında satsın veya tasfiye etsin) yoksa, b) İçine bir miktar sermaye koyup, halihazır sahipleri tarafından yönetilmesine izin mi versin?

Önce şunu söyleyeyim: Bu veya benzeri bir konu çözülmeye çalışılırken, birden fazla yöntemin kullanılması doğrudur. Bu, çifte standart değildir. Yani, bundan öncekileri Fon'a aldılar, öyleyse bunları da Fon'a alsınlar diye mantık yürütmek yanlıştır. Aynı şekilde devletin, artık karar değiştirdik, bundan sonra zayıf bankaları Fon'a almayacağız, içine sermaye koyup yüzdüreceğiz demesi de yanlıştır. Mesele, ‘‘durumu muhakeme’’ edip zemine, zamana ve somut olaya en uygun çözüm yolunu tasarlayıp, uygulamaya koymaktır. Hatada (eğer varsa) ısrar, tutarlı davranmak değil, kalın kafalı veya kompleksli olmaktır. Basmakalıp çözüm yoktur.

* * *

Türkiye'de banka sahipliğinin, iktisaden sakat bir teori veya açık deyişiyle ahlaksızlık üzerine inşa edilmiş bir teşebbüs olduğunu yazıp duruyorum. İşin acı tarafı, başta hapisteki banka sahiplerinin basındaki sözcüleri olmak üzere, ilgililer ve toplum da bunu doğal kabul ediliyor. Açıklayayım: Genelde bir anonim şirket ve özelde bir bankayla, o bankanın yönetimine hákim hissedarı arasındaki ‘‘ahlaki’’ menfaat ilişkisi nedir? Yani bu kişi, bankadan nasıl istifade eder? Banka ile sahibi arasındaki tek ahlaki ilişki, banka sahibinin, bankadan ‘‘temettü’’ almasıdır. Yani, banka kár edecek, kurumlar vergisini ödeyecek, yedek akçeleri ayıracak ve kalan kárı hissedarlarına temettü olarak dağıtacaktır. Makul ölçülerde kalmak kaydıyla, banka sahiplerinin, bankanın yönetime yaptıkları katkı dolayısıyla maaş ve prim almaları da ahlaki bir menfaatlenme olarak tanımlanabilir. Halbuki, banka sahiplerinin katiyen böyle bir beklentileri yok. Onların tek istediği, bankalarında toplanan mevduatı, kendi şirketlerine kredi olarak aktarmak. İşte sözünü ettiğim iktisaden sakat banka teorisi bu.

Ama gelin görün ki, bugün bankalarla ilgili her şey konuşuluyor. Bu konu konuşulmuyor. Hatta tahmin ediyorum bu yazıyı okuyanlar, ‘‘Nasıl yani, adam kendi bankasına yatan parayı, gidip başkasına mı versin?’’ diyordur. Hatta şöyle ilave ediyordur: Patronların, kendi bankalarına yatan mevduatı, kanuna karşı hile yapıp ‘‘off-shore’’ üzerinden kendi şirketlerine kullandırmalarında bir sakınca yok. Bu, olsa olsa bir usul hatasıdır. Yeter ki çalmasınlar, ülkeye yatırım yapsınlar, istihdam sağlasınlar. İşte geçen yazımda ‘‘sistemik’’ dediğim hata alanı burasıdır. Bir yandan, mevduata yüzde yüz devlet güvencesi verilir, diğer yandan her patron, bankasındaki mevduatı kendi parası sanmaya devam ederse, banka sektörü adam olamaz. Çünkü, burada bir değil, iki ‘‘ahlaki tehlike’’ (moral hazard) var.

SON SÖZ: İyi banka, kötü bankaya baka baka kötüleşir.
Yazarın Tüm Yazıları