Üç harfli̇ler!

Hayır ‘Çin’liler değil ‘cin’ler

Haberin Devamı

Üç harfli̇ler

Cinnet filminde Jack Nicholson.

Eskiden, yani teknoloji bu kadar çok oyuncak sunmamışken bizlere, mesela televizyon ve hatta radyo bile yokken, evlerde aile üyeleri bir araya gelince sohbet ederlermiş! Yaa… Düşünün, o kadar eski zamanlardan söz ediyorum. Bazen, aileden biri, herkese belirli bir kitaptan belirli bir bölüm okurmuş. Vakit geç olup çocuklar uykuya gidince de kalanlar birbirlerine hafif korkulu öyküler anlatırmış. Korku dolu öykülerin başkahramanları da üç harfliler olurmuş. Efendim? Çinliler mi dediniz? Hayır kardeşim, o zamanlar korona falan yok, Çinliler niye korkutucu olsun? Cinlerden söz ediyoruz. Bazen isimlerini anmanın bile yasak olduğu olurmuş, bu nedenle onlara “üç harfliler” denmiş ya. Cinlerin musallat olduğu insan öyküleri pek revaçtaymış. Anlatan da korkarmış, dinleyen de. İyi ama, kimsenin görmediği, neye benzediklerine dair en küçük bir fikirlerinin olmadığı bu “varlık”lar, neyin nesiymiş? (Küçük bir not: Yazıyı kaleme aldığım sırada, yani bana göre bir iki dakika önce, şöyle bir haber bildirimi geldi: Kars’ta ortaya çıkan Çinli, kentte panik yarattı! Gel de gülme. Tarihte bu kadar olay yaratan cin olmamıştır herhalde.)

CEP DE DEĞİL

Haberin Devamı

Gelin, son zamanlarda bize musallat olmuş diğer üç harflileri, yani “cep”leri bir tarafa bırakalım (aslında galiba onlara musallat olan biziz), çünkü bir cinin musallat olduğu insan, cep telefonuna musallat olmuş insan kadar kopmuyordu herhalde hayattan ve bu cin mevzuunu, inanç boyutuyla değil bilgi boyutuyla, yani bu sayfanın alışkanlığı olduğu üzere, sözcük anlam ve kökeniyle (etimolojisiyle) uğraşalım bugün. İnanç boyutuyla ele almayacağız çünkü öncelikle inanç kişiseldir, isteyen istediğine inanır; bunun da ötesinde, bu sözcük ve kavramların ortaya çıktığı zamanlarda tek tanrılı dinlerin hiçbiri yoktu. Bence güzel bir sohbet konusu. Hem de bize akşam yemeğinden sonra konuşacak bir şey çıkar. Hâlâ kendi arasında sohbet eden aileler için söylüyorum tabii.

Haberin Devamı

İMPARATORUN MUHTEŞEM BAHÇESİ

Üç harfli̇ler

Pers İmparatorluğu’nun başkenti, görkemli Persepolis’in hâlâ görkemli kalıntıları

Şimdi gelin, yine çok eskilere gidelim ve yolculuğumuza yine, çoğu zaman olduğu gibi uygarlığın beşiği Mezopotamya’dan başlayalım. Pers İmparatorluğu’na gidiyoruz. Hani şu Büyük İskender tarafından MÖ 4. yüzyılda ortadan kaldırılan büyük, devasa Pers İmparatorluğu’na. Perslerin merkezi, aşağı yukarı bugünün İran’ıdır ama imparatorluk Balkanlar’dan Hindistan’a, Kuzey Afrika’dan Kırım’a uzanır. Pers İmparatorlarının hem Persepolis’te, hem de Babil’de (ve aslında başka birkaç yerde daha) sarayları vardır. Tabii imparator dediğimiz kişinin bazı ayrıcalıkları ve lüksleri olur haliyle. Bunlardan bir tanesi de imparatora has bahçedir. (Evet bizim padişahların Has Bağçe’si gibi.) Halktan kişiler bu özel ve çok bakımlı bahçeleri gelip tarumar etmesinler diye bu özel bahçelerin etrafı çevrilidir. Bahçelerde her çeşit sebze, meyve, ağaç, çiçek bulunur ama daha da önemlisi, av hayvanları vardır ve onları sadece imparator avlayabilir. İçinde sulak bölgeler, yapay havuzlar ve süs bitkilerinin de bolca bulunduğu bu bahçeler, bir anlamda imparatorun cennetidir. Ve bu bahçelerin, yani imparatora has bahçelerin adı nedir biliyor musunuz: Pairidaeza! Bu Persçe haliyle pek bir şey ifade etmemiş olabilir; Büyük İskender oraya gittikten sonra verdikleri Yunanca isim belki daha tanıdık gelebilir: Paradaisos! Başka deyişle, bugünün İngilizcesindeki paradise. Paradise, İngilizce bilenler bilir, cennet demektir. Bu, ses olarak yuvarlanan haliyle “paradis”, Arapçaya da geçmiş ama Arapların (daha önce bu sayfada birkaç kez konuştuğumuz gibi) “p” sesi olmadığı için, tıpkı Platon’un Eflatun olması gibi, “f” sesiyle kendisine ifade bulmuş ve olmuş “Firdevs”. Bizim dîvan edebiyatında da firdevs sözcüğü, “cennet bahçesi” anlamında kullanılmıştır. Kur’an- Kerim’de, Kehf Sûresi’nde (107) “Firdevs cennetleri” (cennâtü’l Firdevs), bir de Mü’minûn Sûresi’nde (11) “Firdevs” diye geçer. İran’ın asıl adı Ebu’l Kasım Mansur olan ünlü şairi Firdevsî’de adını hiç kuşkusuz aynı kaynaktan almıştır. Bütün bu paradis ve firdevs’lerin kökeni, yukarıda anlattığımız Persçe sözcüktür.

Haberin Devamı

İÇ İÇE CENNETLER

Peki firdevs, yani paradis varken cennet sözcük olarak nasıl ortaya çıkmış? Arapça canna, Aramca ganna veya gannta sözcükleri, bizim dilimizdeki cennet sözcüğünün geldiği yerdir ama oraya da, yine Mezopotamya’nın Sümer sonrası dili ve kültürü ile uygarlığı genişleten Akadların dilinden, yani Akadcadan gelmiştir. Akadca gannu, bahçe demektir, gananu ise bir şeyin etrafını çevirmek, koruma altına almak anlamına gelir. Anlaşılan o ki, tüm Mezopotamya’da bir arazinin “etrafını çevirmek” başlı başına bir iş ve bu işin gerçekleşmesiyle etrafı çevrilmiş alana da bahçe deniyor. Özel bahçeye Perslerin kullandığı sözcükten bugüne kalan miras paradis ve firdevs olmuş, Akadca, Aramca ve nihayet Arapça da canna, ganna, gannu gibi sözcüklerle bize cennet’i miras bırakmış. Yani, hepsi birbiriyle içi içe geçmiş sözcükler dizisi işte.

Haberin Devamı

BİR GİZLİLİKTİR, BİR KAPALILIKTIR GİDİYOR…

Üç harfli̇ler

Pers İmparatoru Darius’un Persepolis’teki sarayının bahçesi (temsili tabii)

Ama şimdi biraz daha ince ayarlanmış bir yolculuk bizi bekliyor. Bahçenin, etrafının çevrili olması gördüğümüz gibi önemli. Bir şeyin etrafını adam akıllı çevirip, dışarıdan görünmeyecek bir çit veya duvar düzeneği kurduğumuz zaman, bahçeyi ne yapmış oluruz? Elbette gizlemiş oluruz. İşte az önce gördüğümüz Arapçadaki canna sözcüğünün anlamları arasında, sadece bahçeyi işaret eden etrafını çevirme yok, aynı zamanda koruma, kapatma, gizleme, örtme anlamları da var.
İşte bu kökten, “bilincin örtünmesi”, yani bir çeşit delilik anlamına gelen cinnet sözcüğünün türemiş olması hiç de şaşırtıcı gelmemeli bize. Yani, biraz kafa karıştırıcı da olsa evet, cennet de cinnet de aynı kökten geliyor.

Haberin Devamı

TANRISAL VARLIKLAR

Efendim, fark ettiğiniz gibi yazının başında reklamını yaptığımız üç harflilere henüz geliyoruz ama cin sözcüğünün, bir şekilde, örtülülük, kapalılık, gizlilik anlamlarıyla ilişkili olduğunu artık biliyoruz. Zaten bu kadar lafı da bunu öğrenmek için ettik. Evet, “cin” sözcüğü, deminden beri gördüğümüz, Arapça canna, cunûn, cenne; Aramca genya, ganna, gannta sözcükleri ile doğrudan bağlantılı. Kaynağı, doğrudan Mezopotamya. (Aramca deyip duruyoruz, onu da hatırlatalım: Aramca veya Aramî dili, Ortadoğu’nun tarihte en çok konuşulan dillerinden biridir ve mesela Hazreti İsa’nın konuştuğu dildir.)
Cinler, “gizli, örtülü” oldukları için onları görmeyiz ama insanlık, binlerce yıldır varlıklarına inanır. Tanrısal varlıklardır. Yani eskiden tanrılarla, sonradan da bir ve tek olan Tanrı’yla ilişkilidirler, insanlarla da bazen iletişim kurarlar.

KAVİMLERİN YARAMAZLIĞI

Daha ortada İslâmiyet ve Hıristiyanlık yokken insanlar onlara inanıyordu. Örneğin Eski Ahit’teki Mezmurlar’da (Zebur olarak da bilinir) şöyle bir bölüm vardır: “Ve oğulları ile kızlarını cinlere kurban ettiler.(106-37)” Burada kavmin yaptığı kötü işler sayılıyor. Tıpkı Tesniye’de olduğu gibi: “Yabancı ilahlarla onu kıskandırdılar, mekruh şeylerle onu öfkelendirdiler. Tanrı olmayan cinlere, bilmedikleri ilahlara, atalarınızın korkmadıkları, son zamanlarda çıkan yeni ilahlara kurban ettiler. (32-16 vd)” Kur’an-ı Kerîm ve İncil’deki cinlere hiç girmeyelim, yerimiz yetmez.

DAİMON, DAEMON, DEMON…

Fakat Yunan mitolojisine gireceğiz kuşkusuz. Çünkü o, bu üç büyük tek tanrılı dinin çok dışındaymış gibi görünse de, aslında aynı kaynaktan beslenir: Mezopotamya’dan. Herodot’un kendisi söylemiştir, “Zaten hemen hemen bütün tanrı adları Yunanistan’a Mısır’dan gelmiştir” diye. (Tarih, II-50) Mısır’ın Ortadoğu ile yakın ilişkisi bilinir. Homeros’un dışında Yunanların dinsel figürlerini kaleme alan Hesiodos’un eserlerinde de geçer bu cinler. Ancak cinin Yunancası daimon’dur. Daimon veya daemon, cinlerin, sonradan Doğuda da kötücül olarak adlandırılacak hallerine işaret ettikleri için, bugünkü İngilizcede şeytan ve kötü ruh anlamına gelen demon sözcüğünün kaynağıdır.

İÇİNE CİN KAÇMIŞ ALET!

Fakat şimdi bambaşka bir yere çıkıyor yolumuz. Latince, Yunancadan almamış bu “tanrısal gizli varlık” kavramının karşılığı olan kelimeyi. Latincede daimon yerine kullanılan sözcük genius! Buyurun bakalım! Genius, Latincede, belirli bir görevi olan tanrısal varlık anlamına geldiği gibi kafası acayip çalışan, çok zeki, fevkalade yetenekli insan anlamına da geliyor. Biz cin gibi çocuk deriz ya hani, tam olarak o işte. Bu yüzden deha kavramının Batı dillerindeki karşılığı da genius! Yani bizim cin! Durun durun, daha bitmedi. Ortaçağ’dan beri, bir şey ortaya çıkartan, tasarlayan, yaratan, yapan insanlara da benzer bir laf ediliyor. Mesela Leonardo da Vinci. Tamam ressam ama bir de yaptığı makineler var. Helikopter tasarlamış mesela, tank tasarlamış. Mükemmel denebilecek birçok tasarımı var adamın. Şimdi böyle şeyler yapılabilsin diye okullar var. Arapça kökenli Türkçesiyle “mühendislik okulları” diyoruz oralara. Ama mühendisin batı dillerindeki karşılığı ise engineer veya ingenieur. Yani içinde deha var, genius var, cin var kardeşim, cin var! İnanmazsınız, İngilizce makine anlamına gelen engine sözcüğünde bile cin var. İçine cin kaçmış alettir makine!

GULYABANİ’YE YER KALMADI

Üç harfli̇ler

Gürpınar’ın eseri Gulyabani’den uyarlanan Süt Kardeşler filminde, rahmetli Adile Naşit’in canlandırdığı Melek Hanım, Gulyabani’yi görünce bu unutulmaz kare ortaya çıkmıştı.

Üç harfli̇lerBiraz daha yerim olsaydı (ya da ben lafı bu kadar uzatmasaydım) size Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın (1864-1944), muhteşem komik romanı Gulyabani’de insanların batıl inançları ile nasıl dalga geçtiğini, romandaki uydurma cinlerin nasıl adam çarptıklarını falan da anlatacaktım ama kısmet değilmiş, başka bir yazıda belki.
Hepimiz Çin’den gelen bir virüsle evlere kapanmışken, cinden gelen bu yazıyla biraz iyi vakit geçirmenize yardımım olmuştur umarım. Kalın sağlıcakla. Ama evde kalın lütfen.

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

İYİ Kİ EVDEYİZ

“Nasıl olsa evdeyiz, hava durumunu ne yapacağız?” diye sorabilirsiniz ama olsun, bilelim. Hem, çıkmak zorunda olanlarımız var; herkesin tuzu kuru değil ki evinde otursun durmadan. Kışın bir türlü soğumayan hava, bu sefer de bir türlü ısınmıyor. Elbet ısınacak da bir an önce olsa hepimizin hayrına olur. Fakat bugünden (Cuma) Pazar giderek bozan bir hava var. Pazar günü ise tam bir felaket. Cumartesiden başlayacak yoğun yağış, pazar günü çok ama çok kuvvetli bir poyrazla birlikte hem üşütecek, hem de deniz ulaşımı için (varsa) sorun yaratacak. Hani, “iyi ki evdeyiz” dedirtecek bir hava bekleniyor. Ama ben umutluyum. Önümüzde güzel günler var.

Yazarın Tüm Yazıları