Medeniyet kedisi

Deli akan bir nehirle bir canlı, aynı adı taşıyabilir mi? Taşırsa neden taşır?

Haberin Devamı

Medeniyet kedisi

Her zaman biraz kuşkulular. Yaşamak için tabii. Foto Mikhail - Vasilyev - Unsplash

Uygarlık hep -kaba tabirle- “su kenarında” ortaya çıktı. Akarsuların yanında olmak bir zorunluluktu çünkü daha önce de konuştuğumuz gibi su yoksa hayat yoktur. Yaşamak için suya ihtiyacımız var. Var olan her şeyi canlı-cansız diye ayırma huyumuz çok fena. Suyu “cansız” kategorisine koyarız değil mi? E ama su olmadan hiçbir canlı yaşayamıyor. Su cansız mı şimdi? Neyse, bu derin felsefe tartışmalarına neden olabilecek konuyu atlayalım. Kısaca şunu söyleyebiliriz: Su yoksa ne hayat var, ne de medeniyet. Bu nedenle akarsular çok önemli.

Haberin Devamı

ŞOL DÜNYANIN IRMAKLARI

Medeniyet kedisi

Fırat ve Dicle, Anadolu'dan doğar.

Uygarlığın beşiği Mezopotamya’nın adı zaten “nehirler arası” anlamına geliyor. Dicle ve Fırat’ın arasında oluşan büyük ve kadim Sümer medeniyeti, onu takip eden Assur, Babil, Pers uygarlıkları. Mezopotamya uygarlığı ile neredeyse eş zamanlı gelişen ve kuşkusuz ondan da birşeyler alan Mısır desek, zaten Nil olmasaydı olmazdı. Tarihin babası Herodot’un kitabında yazdığı (II/5) ama aslında ondan 60 yıl önce dünyaya gelen diğer bir tarihçi Miletoslu Hekataios’a ait olan o ünlü laf boşa söylenmedi: “Mısır, Nil’in armağanıdır.” İkisi de vatandaşımız, Herodot Bodrumlu, Hekataios Milet’li.
Çin’deki Sarı Nehir ile Orta Asya’daki Seyhun ve Ceyhun (Siri Derya, Amu Derya) da ayrı birer uygarlık beşiği. Hindistan’ın adını (ve kültürünün kökenini) aldığı İndus Nehri bambaşkadır, kutsal nitelik kazanıp “ana” ilan edilen Ganj Nehri ise daha da başka. Avrupa’nın temelini oluşturan tüm eski kabileler Tuna boylarında gelişip serpildiler. Mezopotamya’dan batıya doğru yol alan medeniyet, Filistin topraklarında Ürdün Nehri’ne rastlamasaydı belki de orada o kadar kök salamazdı, kim bilir.

Haberin Devamı

NİL’İN SUYU HÂLÂ KULAĞIMDA

Öyle ya da böyle, insanlık uygarlığının beşiği Mezopotamya’dır. Fırat ve Dicle nehirleri besledi bu büyük gelişimi. Açıkça, onlar olmasaydı, o “beşik” başka yerde sallanacaktı kuşkusuz. Fırat ve Dicle, Anadolu’dan doğar. Dünya haritasını açıp baktığınızda görürsünüz ki, ilginç bir şekilde Sümer’e koşut uygarlık Mısır’a can veren Nil de Doğu Afrika’nın saklı köşelerinden doğup Akdeniz’e büyük coşkuyla akar. Haritadan göreceğiniz şey, Nil’in sularını sanki Anadolu’ya göndermek istiyorcasına kuzeye doğru güçlendikçe güçlenmesidir. Önümüz yaz, birçoğumuz Akdeniz sahillerimizde kendimizi serin sulara bırakacağız. Emin olun Akdeniz’de yüzenler, Nil’in sularına da temas ediyorlar. Akdeniz’in yüzey akıntıları, Afrika’nın kuzey sahillerini doğuya doğru yalar, o suları alıp Filistin sahilleri boyunca kuzeye, bizim sahillere getirir ve bizim Akdeniz sahillerimiz boyunca da batıya doğru yoluna devam eder. Oradan bir kısmı Ege’ye girer bu suların, bir kısmı Mora Yarımadası’nı dönüp Adriyatik’e. Demem o ki, istesek de istemesek de Aswan’dan, Ebu Simbel’den, Luksor’dan, Krallar Vadisi’nden, Giza Piramitleri’nin yanından geçip gelen suları yutuyor olabiliriz yüzerken. Bence bu çok heyecan verici. Geçelim.

Haberin Devamı

BURANUN VE IDIGNA

Efendim bugünkü asıl konumuz Anadolu’dan doğan, tarihi neredeyse yaratan, yaratılış efsanelerinde adı geçen Fırat ve Dicle. Fırat’ın ismini eski Persçeden yani Farsçanın atasından aldığı söylenir. “Karşıya geçmek” anlamındaki “ufratu”dan geldiği ileri sürülür kimi kaynaklarda. Gelin görün ki, bu akarsuların yamacında yaşadığını bildiğimiz daha eski uygarlıkların diline bakmak, daha doğru bir yaklaşımdır. Kimden söz ediyoruz, malum, Sümerler’in Sümercesinden ve zamanla Sümerlerin de konuşup yazıştığı dil haline gelen Akkadcadan. Sümerler “Buranun” demişler Fırat’a. Onlardan sonra gelişen Akkadcada bu sözcük “Purattum”a dönüşmüş. Akkadca “purattum” sözcüğünün, daha sonra sahneye çıkan Pers dilinde “ufratum” dönüşmesi de son derece normal. Batı’ya bu sözcüğün, Yunancanın etkisiyle “Euphrates” diye geçmesi de çok normal.

Haberin Devamı

AKKADCADAN BUGÜNE

Medeniyet kedisi

Çok güzelsin ama birbirimize çok sokulmaya da gerek yok. Foto Blake Meyer - Unsplash

Dicle ise Sümer dilinde “İdigna” adıyla kayda geçmiş. Bu sözcük de Akkad dilinde “İdiglat” oluvermiş. İ-diglat! Akkadca, tüm diğer Sami dillerinin babası. İbranca, Arapça, Aramca hepsi oradan geliyor. Onlar da kendilerince evirip çevirmişler sözcüğü elbette. İbranî dilinde “hiddeqel” oluveren sözcük, Aramcada “diqlath”, Arapçada da “dijlah” halini almış. Kısaca “diklat” diye ses çıkartan ortak ata sözcüğün Yunancaya da “tigris” halinde girip Batı’ya bu şekilde geçmesini yine normal karşılıyoruz haliyle.
Tigris sözcüğünün bambaşka bir serüveni daha var bütün bunlara ek olarak. Bu nehrin, yani Dicle’nin doğusunda yaşayan, çok tehlikeli, yırtıcı bir yaratık var. Daha doğrusu varmış! Kaplan! Kaplan, tamamen Türk dilinde. Kapmaktan geliyor. Kapar götürür gibi… Zira kaplan, tüm kedigillerin en büyüğü. Oldukça iri ve bana sorarsanız var olan canlıların en güzellerinden, en muhteşemlerinden. Sizi bilmem ama ben bakmaya doyamıyorum. Mümkünse de hep uzaktan bakmayı tercih ederim.

Haberin Devamı

BİR ZAMANLAR ASYA’DA…

Bir zamanlar Asya’nın tamamında yaşayan bu görkemli canlıdan, 2019 Temmuz verilerine göre bütün dünyada sadece 3.900 tane kalmış biliyor musunuz? Kendisini bütün dünyanın efendisi, var olan bütün canlıların yegâne sahibi, doğanın hâkimi zanneden bizlerin öldüre öldüre bıraktığı kaplan sayısı bu. Ama konumuz başka. İşte bu muhteşem canlıya, “ötesinde yaşadığı” nehrin adının verilmesi şaşırtıcı mı? Bence değil. Kaplanın Batı dillerindeki adı “tiger”dir. Her millet kendine göre telaffuz eder ama yazılışı böyle. Tiger, bizim Dicle’mizden, “yani Yunanca “tigris”ten alır adını. Latince de bunu böyle alıp kabul etmiş. Bir zamanlar 9 alt türü olan kaplanın, sadece son 100 yıl içinde 3’ünü yok etmişiz, sadece 6’sı kalmış. Bakınız mesela Sibirya kaplanının Latincesi Panthera tigris altaica. Tüm diğer kaplan isimleri de hep “tigris”li. Panter ise Hint diline kadar uzanıyor ve aslan olmayan yırtıcı kedigillerin genel adı.

TESADÜF OLABİLİR Mİ?

Yani dostlar, Nehir ile kaplan, aynı sözcükten, Dicle’den geliyor bugüne. Dikkat edilirse görülür ki, hani kadim Sümer uygarlığı diyoruz ya, MÖ 4000’lere ulaşan ve hatta daha da eski yerleşimlerin bulunduğu yerlerden söz ediyoruz, işte o yerleşimlerin büyük çoğunluğu Fırat kıyısındadır, Dicle’nin değil. Sonraki bütün büyük şehirler de, Babil dâhil, Fırat’ın kıyısına kurulmuş, Dicle’nin değil. Dicle’den çok uzaklaşmamış medeniyet ama çok da yaklaşmamış. Benim kaplana duyduğum hayranlık gibi. Orada olsun ama çok da elimi sürmeyeyim mantığı. Çünkü Fırat sakin sakin akar, daha kontrol altında tutulabilirmiş tarih boyu. Gelin görün ki Dicle, böyle bir sükûnetten çok uzakmış, deli akarmış, ne köprüye izin verirmiş ne de açılan kanalların sağlam kalmasına. Evet suyuyla hayat vermiş ama insanlara çok da sevecen davranmamış doğrusu. Vahşi bir tabiatı varmış. Tıpkı bir kaplan gibi. Kaplana bu nehrin adının verilmesi tesadüf olamaz.

BİR DOZ VİCDAN AZABI

Ama sıkı durun, en şaşırtıcı kısmını tabii ki sona sakladım. Diğer dilleri bilmiyorum ama bizim güzeller güzeli Türkçemizin sakladığı bir sır bu. Bir hazine, bir güzellik. Bugün evlerimizde bizimle birlikte yaşayan, sokaklarımızın vazgeçilmesi kedilerimiz, evcil kedilerimiz ne güzeller değil mi? Evet oldukça tuhaf olduklarını inkâr edemem, bizim evde de var bir tane, 12 yıldır birlikte yaşıyoruz, kestirilemeyen, öngörülemeyen davranışları da var hepsinin tüm “evcil”liklerine rağmen. Ama nasıl vakur, nasıl karizmatik bir duruşları olduğunu siz de görmüşsünüzdür. (Oralarını buralarını yalarken bütün karizma ortadan kayboluyor ama olsun, genel kuralı bozmaz bu temizlik operasyonları.) O büyük karizmayı sanki büyük ağabeyleri kaplandan almış gibiler. Bütün davranışları tamamen aynı. Sadece biri 3 metre boyunda, diğeri yarım metre. Bizim çizgili kediler, sadece davranışlarını değil, isimlerini de ağabeylerinden almış: Tekir! Tekir sözcüğü, doğrudan aynı kaynaktan yani “tigris”ten gelir. Dicle’den yani. Genel olarak çizgili kedilerin adı olmuş zamanla. Yani tekir derken, aslında kaplan demiş oluyoruz. Kaplanın Fransızcasının okunuşu “tigr” mesela, oradan mı dolanıp gelmiş, bilmem. Türkçeden başka dilde kullanılıyor mu bu haliyle bilmiyorum ama bu bile fazlasıyla güzel bence. Dicle, kaplan, tekir… Siz de bundan böyle kedilere bakarken deli akan Dicle’yi düşünebilirsiniz. Ve belki arada, ne kadar çok canlıya soykırım uyguladığımızı, ne çok türün yok olmasına sebep olduğumuzu da hatırlarsınız. Firavunların izinden, piramitlerin gölgesinden geçip bütün Akdeniz’e yayılan Nil’in suları gibi, uzak coğrafyalardan çıkıp dilimizin en uysal köşelerinde mırıldanarak uyuklayan sözcüklerin tadını kaçırmayacak kadar vicdan azabı, belki daha güzel yarınlara ulaşmamızı sağlar ne dersiniz?

KENDİ KÜÇÜK, ANLAMI BÜYÜK BİR UYARI

Müsilajı bitti zannediyoruz. Bitmedi. Bitemez zaten çünkü ona sebep olan hiçbir kirletici ortadan kalkmadı, azalmadı, dönüştürülmedi. Eylem planı yapmak güzel, bu konuda toplantılar düzenlemek elbette gerekli ama sonuç verebilecek tek yöntemin, kirleticileri ortadan kaldırmak olduğunu bildiğimiz halde bunun yapılmamış olması, müsilajla yeniden burun buruna geleceğimizi gösteriyor. Zaten emareleri de başladı. Böyle giderse yakında Marmara’nın kıyısında yaşayanlar kokudan duramayacak, dünyanın en güzel, üstelik tamamıyla tek devlete ait olan eskinin verimli Marmara’sının, zaten bir avuç bıraktığımız çeşitliliğindeki hiçbir balığını da yiyemeyeceğiz. Kaybedecek vakit yok.

MUTLU BAYRAMLAR

Önümüzde Şeker Bayramı var. Ramazan Bayramı da denir ama ben Şeker’i tercih ediyorum. Bu topraklarda ona, “ağzımız tatlansın” diye şeker adını vermiş büyüklerimiz. Aynı zamanda “şükür”den geldiğini söyleyenler de var. Ramazan ayının sonunda olması, ona Ramazan Bayramı dememizi sağlayabilir elbette ama bayramlar, genellikle içerdikleri eylemlerle anılırlar, öyle değil mi? Kurban diye bir ay yok sonuçta. Bu vesileyle değerli okurlarıma mutlu bayramlar dilerim.

BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ

HAFİF BİR SERİNLİK

Tabii ki yaz geliyor ama teklemesini de hoş karşılamamız gerek. Bu hafta sonu biraz seriniz. Klasik şekilde Karadeniz-Marmara-Ege hattında çatışan basınç sistemlerinin yaratacağı canlı poyrazın etkisi var bunda. Birkaç çok hafif geçiş ihtimali olsa da “yağış” denebilecek kayda değer bir etkinlik beklenmiyor. Yani hırkalarla idare edecek birkaç günümüz var gibi. Sağlığımız yerinde olsun da…

Yazarın Tüm Yazıları