Cengiz Özdemir

Bu kadarı da fazla!

26 Eylül 2006
YASAKLARDAN oldum olası rahatsız olurum.Hele bir yasak, bir inancın eski bir geleneğine karşıysa... Elbette daha çok rahatsız olurum.

Onca sorunumuz yetmiyormuş gibi, şimdilerde böyle bir geleneği, kendimize dert edindik. Artık duymuyorsunuz...

Çünkü, İstanbul’un otuz iki ilçesinin dokuzunda tamamen, üçünde ise kısmen ramazan davulu çalmak yasaklandı.

Verilen haberlerde "bir ayrıntı" özellikle ihmal edilmiyor.

Yasakçı belediyeler arasında AK Partili olanlar da varmış.

Güya böyle olunca, bu yasak meşrulaştırılıyor!

Yani otoriteye sığınılmış oluyor.

Sevsinler böyle otoriteyi...

Şehrin göbeğine çadır kurmak serbest.

Sultanahmet Meydanı’nı panayır alanı yapmak da serbest.

Dinle, imanla, insanlıkla ilgisiz bir biçimde yardım "sergilemek" zaten serbest.Ama sahurda davul çalmak yasak!

Neymiş?

Vatandaş rahatsız olmasınmış...

Çifte standardın bu kadarına da pes! Yasak taraftarlarının gerekçeleri, daha da ilginç.

Artık sahura kalkmak isteyenler için teknolojik imkánlar varmış.

Sonra gürültü kirliliği de oluyormuş.

Bu nedenle davul yasaklanmalıymış.

Hiç düşündünüz mü?

Böyle bir mantık zinciri, bizi nereye kadar götürür?

Ben böyle bir sorunun varlığına inanmıyorum.

Bu ádet, karşımıza çıkarılan yeni tanıştığımız bir moda değil ki!

Hepimiz bu toprağa ait geleneklerle büyüdük. Bu ádet elbette dinin bir gereği değil.

Bu toprağın bir rengi. Bir farklılığı.

O renkleri ve farklılıkları bir bir ortadan kaldırdığımızda, elimize ne geçecek?

Oysa o renkler ve farklılıklar bizim asıl zenginliğimiz.

Farklı düşünenler varsa, elbette çözüm arayalım; ama yasaklamadan... Artık bu kolaycılıktan vazgeçmeliyiz.

Geleneğimizde sadaka taşları vardı. Yardım yapmanın da, yemek vermenin de bir adabı ve erkánı vardı.

Onları güne uyarlamak, çağın ritmini yakalamak varken...

Tamamını unutarak, görgüsüz ve hoyrat bir biçimde, estetik kaygıdan uzak mekánlarda, yeni "ádetler" çıkaracaksınız.

Gürültü kirliliği gibi ucuz bir "bahane" bulup ramazan davulunu yasaklayacaksınız.

* * *

Aslında fark eden bir şey yok.

O zaman yazmaya elim değmedi.

Yaz aylarında İstanbul’un evrensel bir başka rengini yasaklayan da aynı anlayıştı.

Turistik mekánların ses kirliliği nedeniyle kapatılmasından söz ediyorum.

"Yükseklerden" gelen rahatsızlıklara, "Merak etmeyin. Yasaklıyoruz!" cevabını verenler, mekán sahiplerinin "yürütmeyi durdurma" kararı alacağını zaten biliyorlardı.

Doğru söyleyip bir çözüm bulmak yerine, "idareimaslahat politikası" kolaylarına gelmişti.

Böylece "şikáyet" ya da "talimatın" gereği yapılacak; ama mahkeme yürütmeyi durdurunca da "günah kendilerinden gitmiş" olacaktı.

Ramazan davulcularının böyle bir şansı yok.

Ama halka kulak verirseniz, duyacağınız cümlenin son derece anlaşılır olduğunu göreceksiniz:

Bu kadarı da fazla!
Yazının Devamını Oku

Gençlik nereye!

23 Eylül 2006
BÜYÜK laflar etmeye bayılıyoruz.<br><br>En basit işimiz, Türkiye’yi kurtarmak. Vakit kalırsa, dünyaya da nizam veriyoruz.

Zaman oluyor; siyasi bir partiyi tek başına iktidara taşıyoruz.

Bazen de alaşağı ediveriyoruz.

Gelecek projeksiyonları, en iyi yaptığımız iş.

Değil mi ki, çok çabuk unutuluyor.

O zaman çok da zararı yok bunun.

Ortaya çıkan yeni durum, bizi tekzip edince...

Hemen yeni bir sayfa açıyoruz.

* * *

Her şakanın, bir gerçek tarafı var.

Hali pür melalimiz, aynen böyle değil mi?

Gelecekle ilgili o koskoca lafları ederken, hesaba katmadığımız bir ayrıntı var.

O da, yarınları sırtlayacak kuşaklardır.

Gençliktir.

Bir ülke için en önemli stratejik öngörü, gençlik değerlendirmesi değil midir?

Masamda, Uluslararası Politik ve Stratejik Araştırmalar Merkezi (UPSAM) tarafından yapılmış bir anket var.

Daha bakar bakmaz, kulaklarınızda bir çığlık yankılanıyor.

Gençliğin hali içler acısı.

Hayır; o küçük ve mutlu azınlıktan söz etmiyorum.

Bütün bir gençliğe bakınca...

Anketin çarpıcı sonuçları var.

* * *

Bunların başında şiddet geliyor.

Genç, ailesinden ve yakın çevresinden şiddet görüyor.

Hem de yüzde 74 oranında!

Elbette kendisi de uyguluyor.

Babası gibi mesafeli, yakınlaşılamayan, duygularını ifade etmeyen ya da edemeyen rol modeller seçiyor.

"Polat Alemdar" gibi...

Dörtte üçü sigara, üçte ikisi alkol kullanan bir gençlik geliyor.

Dörtte biri uyuşturucuya başlamış.

Üçte ikisi ise -şimdilik- sadece bir kez denemiş!

Kitap okumayan ama chat’ten kopamayan bir gençlik var.

Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) onların en büyük korkusu.

Verilen cevaplara göre, ÖSS’den Allah’tan daha çok korkuluyor.

* * *

Bakalım bu anket ilgilileri nasıl etkileyecek?

Bu, soruna tutulan bir ayna aynı zamanda.

Ya aynaya bakıp, sorunun üzerine gidecekler.

Ya da çoğu zaman olduğu gibi, aynaya ya da ayna tutanlara bozulacaklar...

İkincisi biraz daha kolay.

Pislikleri halının altına süpürmek varken, huzuru bozmanın ne anlamı var!

Medyanın ayna tutma misyonu, özellikle bizi bu duruma sıkça düşürüyor.

Malatya Çocuk Esirgeme Yurdu’ndaki şiddet görüntülerini Star TV’deki Deşifre’de yayınladığımızda, biz "kötü" olmuştuk.

Oysa beklentimiz, bu görüntülerin sosyal güvenlik sisteminin ıslahında bir milat olmasıydı...

Olmadı.

Buna benzer o kadar çok örnek yaşıyoruz ki.

Ankete dönecek olursak; gelecek hesabı yapan herkes, bu anketi tekrar tekrar okumalı...
Yazının Devamını Oku

’Burası Türkiye’

19 Eylül 2006
ÜLKEMİZDEKİ "ilginçlikler"e o kadar alışmışız ki...<br><br>Herhangi birinin izahında zorlandığımızda, "burası Türkiye" deyip geçiyoruz. Bunların çoğu da kamunun uygulamaları.

Bulmuşlar böylesi vatandaşı, akıllarına estiği gibi oynuyorlar.

Zaman zaman bürokratik işlemler olarak karşımıza çıkıyor bunlar.

Gereksiz kırtasiyecilik.

Hemen hepimiz az biraz sesimizi yükseltsek bile, hayatın o yoğun temposu içinde "burası Türkiye" deyip geçiyoruz.

Bazen harçlar ya da dolaylı vergiler olarak çıkıyor karşımıza, katlanıyoruz.

Oysa özel sektör öyle mi?

Onlar önce işlerini yapıyorlar.

Onları da, vatandaşı da kümeste kaz gören kamu yönetimi, hazır tutmuşken yolabildiği kadar yoluyor.

Yetmiyor.

Kendi yapması gereken işleri de onlara yüklüyor.

* * *

Sizler de farkındasınızdır.

Son günlerde havacılıktaki rekabet konuşuluyor.

Önce Pegasus 25 YTL’den başlayan tarifesini açıkladı.

Onu izleyen Onur da 17 YTL’den başlayan tarifesiyle, rekabette ben de varım dedi.

Benim dikkatimi çeken ayrıntı başka.

Açıklanan bu 17 YTL’lik bilet fiyatının sadece 1 YTL’si firmaya ait olacakmış.

Kalan 16 YTL’yi ise harçlar ve vergiler oluşturuyormuş!

Olur mu bu derseniz...

Oluyor işte.

Çünkü "burası Türkiye"...

* * *

Maliye Bakanlığı’ndaki bir diğer hazırlığı öğrenince, bu ülkede mizah yazarı olmak varmış dedim.

Hani bir başka saçmalık var.

Yurtdışına her çıkandan alınan 70 YTL’lik harç.

Her çıkan deyince, lafın gelişi olduğunu anlayın.

Kendinizden biliyor olmalısınız ki, bunu her çıkan ödemiyor.

O kadar çok istisnası var ki!

Ödeyen azınlıkta kalıyor.

Sayılar da bunu doğruluyor.

Nitekim, çıkış yapanların sadece 8’de 1’i ödüyormuş.

Bu nedenle, dünyada zaten örneği olmayan bu saçmalığın bugün yarın kaldırılmasını bekliyordum.

Yanılmışım.

* * *

Maliye Bakanlığı farklı düşünüyormuş.

Onlar, bu uygulamayı "sürümden kazanacak" bir biçime dönüştürme hazırlığı içindeymişler.

Önce bedeli 15 YTL’ye düşüreceklermiş.

Sonra yurtdışına çıkan herkese yaymayı hedefleyeceklermiş.

Böylece sürümden kazanılacakmış.

Bunun tahsilatını da seyahat şirketlerine yaptıracaklarmış.

Haklılar.

Vatandaş böyle olunca...

Ben de olsam aynısını yapardım.
Yazının Devamını Oku

Güç böyle bir şey

16 Eylül 2006
GÜCÜN insanları etkilediğini hepimiz biliriz. Ancak bunun derecesine bir kez daha tanık oluyoruz.

Bugün, Bilecik Emniyet Müdürü Şuayip Doğanç’ın merkeze alındığı haberlerini okudunuz.

Sebebi, "soruşturmanın selameti"...

Hatırlayın.

Daha önce de Ordu Emniyet Müdür Vekili Rıdvan Güler merkeze alınmıştı.

İkisi de benzer olayların kurbanı oldular.

Bu işlemlere bin bir gerekçe bulunabilir.

Ya da pek çok örnek.

Ancak bir örnek var ki, çok çabuk unutulmuş...

O örnek, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın görevden alınmasıdır.

Ne ilgisi var demeyin.

O görevden alma, bugün Başbakan Erdoğan’ı iktidara taşıyan oyların sahiplerince nasıl yorumlandı?

Ya da daha farklı bir söyleyişle, kamu vicdanında nasıl yer buldu?

* * *

Bu soruların cevabını hepimiz biliyoruz.

Birlikte yaşadık.

Ancak; en iyi bilen ise elbette kendisi.

Doğrudur; bugün atılan bazı adımlar onun bilgisi olmadan atılıyor olabilir.

Ancak, şu da doğrudur ki, görev yapan kamu görevlileri bundan böyle bu örneklere bakacaklardır.

Böylesi örnekler, hakkı ve haklıyı bazılarına unutturabilir.

Fakat bu isim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmamalı...

Hemen herkesin artık "muhtar bile olamaz" dediği günlerde...

Özel kaleminde çalışan isimlerin, en zor durumlarda bile "Arayabileceğimiz isimler bunlar kaldı dedikleri" günlerde...

O hakkın tezahür edeceğine inandı.

Sonunda da inancının semeresini gördü.

Geçtiği yollara bakıldığında, güce karşı hakkıyla aldığı netice ortadayken...

Bugün yapılanları anlamak mümkün değildir.

* * *

Hemen her gün haksız kullanılan gücün örnekleri karşımıza çıkıyor.

Pek çoğundan Başbakan’ın haberi olmuyor olabilir.

Ama sorumluluğu ve eninde sonunda bunun faturası ona ait değil mi?

Örneğin, Bodrum’daki esnafın turizm sezonunu kapattığı bugünlerde, haksız vergi cezaları ödediklerini biliyor mu?

Vergi dairelerinin, iyi iş yapan esnafın tamamına tahakkuk ettirdikleri cezalar, bir anlamda dolaylı vergilendirme değil mi?

Arabasına bindiğiniz taksicinin de, ilaç satın aldığınız eczacının da, olanlardan feveran ettiğinin bilmem farkında mı?

Ya da Anavatan Partisi’ne yapılması gereken devlet yardımının hukuka aykırı idari bir tasarrufla, hálá yapılmadığını biliyor mu?

* * *

Yıllar önce bir gün Hereke Nuh Çimento Fabrikası’nın bir açılışında 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı görmediğine, tanımadığına tanık oldum.

Benimle birlikte bunu nezaket içinde hatırlatmak isteyenleri ise dinlemediği ya da duymadığını...

Demek ki güç böyle bir şey.

Bugün de Başbakan Erdoğan’ın dinlemediğini söyleyen o kadar çok insan var ki...
Yazının Devamını Oku

Emniyet şeritleri ’VIP’ salonu mu?

12 Eylül 2006
YAZ ayları geride kalıyor.İstanbul’da yaşayanları "çetin" bir kış bekliyor. Çetin bir kış deyince, kar yağışını falan kastediyorum sanmayın.

Şimdiden belli ki, trafik açısından oldukça zor bir kış yaşayacağız.

Okulların ardı ardına açıldığı bugünlerde, trafik pek çok yerde kilitlenmeye başladı bile.

İstanbul’un başına bela olan bir de emniyet şeridi meselesi var.

Dünyanın her yerinde emniyet şeridinin işlevi aynıdır.

Geçen sene Amerika’da, New Orleans’ta yaşanan kasırgayı hatırlayın.

Bir televizyon görüntüsü vardı ki, ne zaman bizim emniyet şeritlerimizdeki ihlalleri görsem aklıma o gelir.

Kilometrelerce uzunluğunda kapalı bir otoyol düşünün.

Ve hiç kimse tarafından ihlal edilmeyen bir emniyet şeridi.

İşte o televizyon görüntüleri adeta bize ibret için yayınlanmıştı.

* * *

İşlev farkına değinince, konuyu biraz daha açalım.

İstanbul’daki emniyet şeritlerine fırsatınız olduğunda dikkat edin.

Resmi plakalı araçlarla dolu olduğunu göreceksiniz.

Ya da lüks arabalar.

Ve hatta diplomatik temsilciler...

Onları bile kendimize benzetmişiz.

Bizdeki havaalanlarında "VIP" salonları vardır.

Hani "çok önemli insanlar" için tahsis edilen salonlar.

Ve son derece geniş bir "VIP" listesi vardır; o salonları dolduran.

Bu "çok önemli insanlar"a başka yazılarımda da "dokunacağım".

Neyse; o salonlara iş gereği birkaç kez yolum düştü.

Böylesi ayrıcalıkları oldum olası sevemediğimden yolumu yeniden düşürmek için sebepler bulmaya çalışmadım.

Ama bir şey gözüme takıldı.

Oraları dolduran isimler ile bizim emniyet şeritlerimizi kullanan isimler, aşağı yukarı aynı!

Emniyet şeritlerinin tek farkı var.

Zaman zaman kapkaç çeteleri de kullanıyorlar!

* * *

Yarın öbür gün iyice saç baş yolduracak bir trafikle karşı karşıya olacağız.

Tamamen kilitlenmiş bir ulaşımı tartışmaya başlamadan alınabilecek tedbirler var.

Emniyet şeridi bunlardan biri.

Ve en kolay çözümlenebilecek olanı.

Artık bu çağdışı ve sadece bize has ihlallerin önünü alalım.

* * *

Yetki sahiplerine zor gelse de, İstanbul gibi bir dünya kentinde trafiğin yerel yönetime devri gerekiyor.

Biliyorum ki, bu yetkiyi elinde bulunduranlar kırk dereden su getirecekler.

Oysa gelişmiş dünyada hemen her ülkede uygulama böyle.

Hem yerelleşmeyi savunacaksın...

Hem de elindeki yetki -ne olursa olsun- kaybedilmesin diye uğraşacaksın.

Bu da sadece bize has bir tavır.

* * *

Diyelim ki, bu zor bir karar.

O zaman hiç olmazsa, duran trafiğin yetkisini yerel yönetime devredin.

Kentin nefes almasını sağlayacak arterlerde park edilmesin.

Göreceksiniz; sadece bu iki uygulama bile, İstanbul’a bir nebze nefes aldırmaya yetecektir.
Yazının Devamını Oku

Aydın Doğan’ın mektubundaki gazetecilik dersi

9 Eylül 2006
ÖNCEKİ gün Fatih Altaylı, dün de Mehmet Y. Yılmaz, Aydın Doğan’ın Sabah’a yazdığı mektubu köşelerine taşıdılar. Mektup, Sabah’ta yayınlanan, Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun, 28 dağıtım şirketine kestiği toplam 1,7 milyar YTL’lik cezaya ilişkin haberi düzeltiyor.

Gazetenin haberine göre, bu ceza sonrasında Petrol Ofisi’ni "basan" Aydın Bey yöneticileri de "azarlamış"!

Aralarında fark var.

Ama düzeltme mektubu, her iki gazetede, iki ayrı köşede de yer aldı.

Aydın Bey’in, Sabah’a gönderdiği düzeltmede Fatih Altaylı’nın iyi bildiği bir ayrıntı var.

Yaz aylarında Bodrum’da olduğu ve böyle bir haberin doğru olamayacağı...

Nitekim, Fatih Altaylı geçen yaz Hürriyet’ten ayrılırken vedalaşmak için Bodrum’a gitmişti.

Yıllarca Doğan Yayın Holding’de çalışan Fatih Altaylı da, köşesindeki düzeltmeye güzel bir başka ayrıntıyı eklemiş.

"Bizler, ’rakip’ gruplarız; ama ’hasım’ değiliz."

* * *

Aydın Bey, düzeltilmesi gereken yanlış haberlerle sık muhatap olur.

Dikkatli gözler fark edecektir ki, her defasında yazılı bir düzeltme yapar.

Gönderdiği isimler, "gazeteci"lerdir.

O gazetenin "patron"u değildir.

Çünkü bu ülkede en iyi o bilir ki, "gazete"yi "gazeteciler" yapar.

Her gün tekrarlanan bu iş, "ısmarlama" ve "güdümlü" yapılamayacak kadar kutsaldır.

* * *

Şimdi gelelim bir başka düzeltmeye.

Aynı günlerde, Ertuğrul Özkök’ün köşesinde yazdığı iki yazıya, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın gönderdiği düzeltme yer aldı.

Yazıyı görmedim.

Ama anladığım kadarıyla, Ertuğrul Özkök yazıyı "virgülüne bile dokunmadan" köşesine almış.

Şimdi gelelim Ulaştırma Bakanlığı’ndan öğrendiğim ayrıntıya.

Sayın Bakan’ın düzeltme yazısı Aydın Bey’e gönderilmiş.

Bu bilgiye ulaşınca, komplocu beyinler yeni komplolar kurmasınlar diye, grupta hiç kimseyle konuşmadım.

Genel Yayın Yönetmenliği yaparken, benzer düzeltmelerin zaman zaman Aydın Bey’e gönderildiği, ondan da bana havale edildiği olurdu.

Aydın Bey’in doğrudan gazetecilere yazdığı mektuplardan çıkarılacak ders işte bu!

"Gazete"yi "gazeteciler" yapar.

Onların niyetleri, düşünceleri ve en iyi bildikleri tek işleri, "iyi gazete" yapmaktır.

Bu nedenle, böylesi düzeltmelerin adresi "gazeteciler" olmalıdır...

* * *

"Gazetecilik" ve "politikacılık" toplumsal sorumlulukla yapılan işlerdir.

Politikacı milletten aldığı yetkiyle, onun adına "yöneten"dir.

Gazeteci ise yine toplum adına "denetleyen"dir.

Kendini milletin patronu sanan politikacı, muhatabını da gazetenin patronu zanneder.

Oysa gazetenin içeriği söz konusuysa, politikacının muhatabı gazetecidir.

Fatih Altaylı güzel söylemiş.

"Farklı gazeteler bir diğerinin hasmı değildir."

Bir gazeteci ise, bir politikacının hasmı hiç değildir...
Yazının Devamını Oku

’Ruhu yok edilen projeler’

5 Eylül 2006
CUMARTESİ günü yayınlanan yazım üzerine Anavatan Partisi Genel Başkanı Erkan Mumcu aradı. Uzun uzadıya dert yandı.

Yazımda, Lara’ya, Galataport ve Bomonti projelerine değinerek aslında bir anlamda onun derdine parmak basmışım.

Erkan Mumcu, üç projeyi de çok önemli buluyor.

Projeleri, bakanlığı döneminde tozlu raflarda bulmadığını ve yeniden tasarladıklarını belirtiyor.

O kadar önemsiyor ki, sadece bu üç proje ve diğer birkaçına bakınca, bana çok sorulan sorunun cevabı bulunur diyor.

Anlaşılan o ki, AK Parti’ye girişinin de, ayrılışının da sebebi ağırlıklı olarak bu projeler.

Bir önceki hükümette gündeme bile aldıramamış.

Sonrasında ise yüzyıllara etkisi olabilecek projelerin, "işporta malına" dönüştürüldüğünü söylüyor.

Ve kendisinin AK Parti’den kopuşunu hızlandıran süreci çok basitçe özetliyor: "Kültür farkı..."

Tartışmalı Galataport’a dönüştürülen projenin aslında Avrupa’nın denize açılan en büyük meydanını ortaya çıkaracak bir kent kimliği projesi olduğunu vurguluyor.

Projenin temel unsuru olan meydandan eser kalmadığını, yerine alelacele bir müze, müze için ayrılan yere ticari alanlar ve İstanbul ile deniz arasına devasa lüks konut kuleleri planlandığını söylüyor.

Yapılanların sıradan değişiklikler olmadığının altını çiziyor.

Ve diyor ki, "Projelerin ruhunu yok ettiler".

Sadece Galataport’ta değil, Bomonti’de de böyle oldu, Lara’da da...

Bomonti’yi bir otel değil, bir tasarım müzesi olarak hazırladıklarını anlatıyor.

Neden tasarım sorusuna, ayrıntılı bir izahı var.

Pek çok alanda rekabet şansını yitiren bir ülkenin, yarınlarda kültür değerleri ile insanının zeká ve yeteneğini buluşturarak tasarımda daha kolay söz sahibi olabileceğini hayal ediyor.

Benzer bir hayali Lara için kuruyor.

Türkiye için çok önemli bu turizm destinasyonunu farklı kılacak bir vizyon projesini hayata geçirmek varken, bu fırsatın "projesiz bir tahsisle" harcandığını düşünüyor.

Aynı şekilde Didim ve Dalaman’da dünyadaki önemli gayrimenkul yatırım fuarlarına götürülebilecek yabancılara emlak satışı projelerinin nasıl kuşa çevrildiğini anlatıyor.

İstanbul için tasarladıkları Kilyos’taki eski maden alanlarındaki gayrimenkul yatırım ortaklığı projesinin de akıbetinin farklı olamadığını ekliyor.

Bu projelerin doğru yönetilmesi halinde Türkiye’ye 20 milyar dolar yatırım sermayesi getirebileceğini savunuyor. Ayrıca her yıl da 10 milyar dolarlık ilave katma değer yaratılacağına inanıyor.

Bir diğer örneği, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan veriyor.

Bedava kitap adı altında, bugüne kadar vatandaşın taşıdığı mali yükün, bu kez devlete yüklendiğini söylüyor.

Dünyada başarıyla uygulanan kitapların okula ait olması ve öğrenciye zimmetlenmesi projesini anlatıyor.

Okullardaki dolaplarda bırakılan ve ev ödevinin olmadığı bu uygulamayı anlatınca, iç çekmek bu kez bana düşüyor. Çocuk omuzlarına yüklenen yükü gördüğüm küçük kızım umarım bu yazımı okumaz diyerek, oğlumun ve büyük kızımın yurtdışındaki öğrencilik yılları tatlı bir hatıra olarak gözümün önünden geçiyor...

Erkan Mumcu’dan dinlediklerim, esasen çok daha fazla ve hepsi de sıradışı...

Çıkarılacak sonuç ise, aslında son derece kısa:

"Türkiye, sıradan bir ülke değildir.

Daha iyisine layıktır.

Bugününü geride bırakacak yeni hedeflere, uzak görünen hayallere uzanması hiç zor değildir.

Ve bu da mümkündür!"
Yazının Devamını Oku

Doğru söze ne denir

2 Eylül 2006
KONUŞMAYI çok seviyoruz. "Ayinesi iştir kişinin" diye başlayan Ziya Paşa’nın o meşhur beytine inat habire konuşuyoruz. Konuşulanlar ise "laf ola beri gele" cinsinden...

Demokrasiyi özümsemiş ülkelerdekine benzer kamuoyu tartışmalarından söz etmiyorum.

Zaten öyle bir örnek de yok.

Keşke olsa...

Uzun zamandır Antalya Lara’daki arazi üzerine konuşuluyor.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tahsisine ilişkin söylenmedik söz kalmadı.

İlk ihale iptal edildi.

İkincisi ise hálá konuşuluyor.

Son olarak Deniz Baykal da konuşmuş.

"Disneyland Projesi, Lara’yı bozar" demiş.

Konuşmalarda sadece ve sadece itiraz var.

Ve bir sürü de eleştiri.

Bizde herhangi bir teklif ya da alternatif bir öneri bulabileceğiniz bir konuşmaya kolay kolay rastlayamazsınız.

Bu konuda böyle de, başkalarında farklı mı?

Değil elbette.

Neden?

Kolayı bu.

"İstemezük" diye ortalığı yıkacaksınız.

Kamuoyu da sizin duyarlılığınıza meftun olacak!

* * *

Onca konuşma arasında biri var ki, bilgisayarın karşısına geçip bu yazıyı yazmama vesile oldu.

Antalya Ticaret Borsası Başkanı İlhami Kaplan diyor ki, "En kötü durum, mevcut halin devamıdır!"

Doğru söze ne denir...

Çoğu zaman ortadaki konuşmaların arkasındakiler, mevcut halden sebeplenenlerdir.

Halbuki, bir projenin yapılıp yapılmaması kadar kaybedilen zaman önemli değil midir?

Zamanın da bir değeri olduğunu neden dikkate almayız?

Antalya Lara’da böyle de, İstanbul Galataport’ta ya da Bomonti’de aynısı değil mi?

Projenin katılmadığınız tarafları olabilir.

Farklı düşünceleriniz de.

Ama çözüm, ne olur ne olmaz diyerek hiçbir şey yapmamak değildir.

Doğru olanı yapmaktır.

İlhami Kaplan haklı.

Çoğu zaman, en kötü durum mevcut halin devamıdır.

Ve çoğu zaman da, siyasi otorite, o en kötü durumu devam ettirmeyi, en risksiz bulur.

Bu yolun risksiz olduğu doğrudur.

Ancak doğru olmadığı ise kesindir.

En kötü duruma katlandığımız o kadar çok örnek var ki...

Mesela, özel olarak ilgilenmeseniz bile, kablo yayınlarında Türkiye’nin aynı durumda olduğunun farkında değil misiniz?

Ulaştırma Bakanlığı, Türksat ve TMSF yıllardır bir türlü uzlaşamıyorlar.

Neticede Türkiye kaybediyor.

Son kullanıcı olarak biz kaybediyoruz.

Oysa kablo, dünyada yayıncılıkta en yaygın olarak kullanılan platform değil mi?

Bu konuyu ayrıntılarıyla tekrar yazacağım.

Bu vesileyle Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’a seslenmek istiyorum.

Başbakan’ın sıkça şikáyetçi olduğu "bürokratik oligarşiye" teslim olmayın.

Sizden, Türkiye’nin de, son kullanıcının da yararına, kararlı bir adım bekleniyor.
Yazının Devamını Oku