Ayhan Sicimoğlu

Gaudi’nin incisi ‘Barselona’

10 Nisan 2018
Katalonya, İspanya’nın güneydoğusu... Bir tarafı da Fransa’ya yaslanıyor. Katalanlar önce aksi ve ürkek yaklaşıyorlar. İlk temasta açıkçası çok antipatikler. Biraz çalışmak, birkaç espri patlatmak, bilmediğiniz Katalancadan birkaç kelime kullanmak gerekiyor ama sonunda zar zor açılıyorlar. Bu güzel şehrin ve insanların hastasıyım...

 Balkonlarda çeşitli bayraklar asılı.



Sarı kırmızı yatay ince çizgiler: Resmi Katalonya özerk bölgesi bayrağı.


Yazının Devamını Oku

2 bin 500 yıldır bitmeyen koşu

2 Nisan 2018
“Nenikhkamen, nenikhkamen!” (zafer kazandık, yendik), haykırarak, kan ve ter içerisinde, anadan doğma yere yıkıldı ve son nefesini huzur içerisinde verdi. Tam 42 küsur kilometre kanlar içerisinde koşmuş idi. Zafer müjdesini stadyumda toplanmış korku içinde bekleşen Atina halkına o vermeliydi. Efsaneye göre bu adam Philippides (Filifides) idi. Ve böylece maraton koşusu doğdu. Hastasıyım…

Orduya 'İmmortals' deniliyor, yani ölümsüzler. Yağlı kıvırcık uzun sakalları, gür saçları, iri, koyu siyah gözlerini daha da etkileyici kılan kara sürmeleri, tepeden tırnağa zırhları, kara giysileri ile ürkütücü görünüşleri ve insan üstü savaşma kabiliyetleri ile ölümsüz olduklarınına inanılan, istilacı yenilmez savaşçılar ordusu. Ta bugünkü İran’dan kopmuş, Anadolu’yu talan etmiş, önlerinden kaçan Yunanlıların peşinden adaları zıplayarak geçmiş ve bugünkü Yunanistan kıyılarına dayanmış durdurulamayan Pers ordusu.



Gelin tarihin bu fasikülünü tarihin babası sayılan, Heredot’tan dinleyelim. Hastasıyım Heredot’un. MÖ 484 Bodrum doğumlu Heredot’un tarihini evirir çevirir gene ve hâlâ okurum. Heredot’a göre İyonya (Bugünkü Efes, Aydın, İzmir ve yakın Ege adaları) halklarının Perslere karşı olan ayaklanmasında, Atinalılar yardıma gelirler ve Persler'in önemli şehirlerinden biri olan Sardis’i ele geçirip yakıp yıkarlar. Sardis; Bugünkü Manisa’nın Salihli ilçesine bağlı Sart beldesi. Pers kralı Darius buna çok içerler ve gökyüzüne cehenneme doğru bir ok atarak intikam yemini verir. Hatta rivayete göre, bir kölesini görevlendirmiş; her öğün yemekten evvel üç kez “Sahip, Atinalıları unutma” diye bağırırmış köle, tabi Heredot’a göre, öldürecek beni bu Heredot. İntikam hırsı ile yanıp tutuşan Darius Atinalıları Anadolu’dan püskürttüğü gibi peşlerinden ta Yunanistan kıyılarına kadar gelir.

Maraton koyu maketi, zeytin ağaçları arkamda

Heredot’a göre Pers ordusu 100 bin asker; ama Heredot Baba biraz abartması ile ünlü, gelin biz ona 30 bin asker diyelim. Atinalıların savaşçı sayısı ise sadece 12 bin. Atina’nın kuzeyinde Maraton Koyuna 600 gemi ile ulaşan Pers ordusu, karaya çıkacak, oradan da Atina’ya inecek, yakıp yıkacak, herkesi kılıçtan geçirecek ve intikamını alacak. Atina’da tüm eli silah tutanlar Maraton’a doğru kesin yenilecekleri ölüm savaşına doğru yola çıkıyorlar. Geri kalan yaşlılar ve kadınlar ise şehir stadyumuna doluşuyorlar ve ölümü bekliyorlar. Maraton civarı bataklık, Yunancası 'marathos' olan, ilaç yapımında kullanılan  yabani rezene tarlaları ile ünlü.

Yazının Devamını Oku

Gurbette memleketimde gibi

12 Mart 2018
Atina’da gene nefis bir üç gün geçirdim. Taşları kırılarak başka yapılarda kullanılan tapınaklar, bir ucu Anadolu’da olan tarih, yemekler, kültür... Farklı olduğumuz kadar benzediğimiz bu ülkeyle birbirimizden çok şey öğreneceğimiz de kesin. Şimdi size gördüklerimi, yediklerimi, yaşadıklarımı sırası ile anlatacağım...

Gördüklerimi, yediklerimi, yaşadıklarımı sırasıyla anlatayım. Türk Hava Yolları 13.10 uçağı bizleri kuş gibi, 1 saat 20 dakikada Atina Eleftherios Venizelos hava alanına 13.35'de bıraktı. Venizelos adını biliyorsunuz ama hatırlatayım. 1864 Girit doğumlu-1936'da yaşama veda etmiş. Yunanistan’ın eski başbakanı. İngilizlerin kışkırtmasıyla 1920 yılında Türkiye ile sonunda fena halde kaybedeceği bir savaşa girmiş. Bükemediği bileğe saygı duymuş ve Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi doğrultusunda 29 Ekim 1930'da Türkiye'deki Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına bile katılmış. Atatürk’e 'Nobel Barış Ödülü' verilmesini teklif ettiği mektup şöyle biter:

Samimi barış arzusuyla dolu olduklarında en derin farklılıklara sahip halkların bile tekrar yakınlaşabileceklerini gösteren bu yeniden birbirimize yakınlaşma faaliyeti hem iki ülke için hem de Yakın Doğu'daki barışı sürdürmek için faydalı oldu. Barışı tesis etmek için yapılan bu paha biçilmez katkıyı gerçekleştiren kişi elbette, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'dır. Bu yüzden, 1930 Yunanistan Hükümeti'nin lideri olarak, Yunan-Türk anlaşmasının imzalanmasının Yakın Doğu'nun barışa doğru yürüyüşünde yeni bir dönemi başlattığı şu zamanda, Mustafa Kemal Paşa'nın Nobel Barış Ödülü'ne sahip olmanın ayırt edici itibarıyla ödüllendirilmesini teklif etmekten onur duyarım.

Saygılarımla,Elefthérios Kyriákou Venizélos

Atina Istanbul’dan bir saat geri. Athens Plaza oteline check-in ettik. Atina’nın tam merkezinde Syntagma meydanı köşesinde. Syntigma meydanı tam merkez, nitekim  otelimizin önünden sık sık sokaklarda görmeye alışacağımız protesto yürüyüşleri bu meydanda son buluyor. Maaşlarına zam isteyen öğretmenler, düzen değişikliği isteyen komünistler ellerinde bayrak ve pankartları megafondan gelen cümleleri tek bir ağızdan tekrarlayan, muntazam ve taşkınlığa başvurmayan uzun kalabalık selleri. Syntigma, yani 'Anayasa Meydanı'nın bir tarafında şimdiki meclis binası aslında 19. asırdan kalma eski krallık sarayı. Yürüyüşler burada son buluyor. Monastraki, Plaka Kolonaki mahallelerine yakın, butikler, müzeler, kafeler ve lokantalarla dolu bu merkezde şık bir otel kalacağımız otel. 

Şoförümüz Kostas müthiş bir adam ve tam üç gün ayrılmadı bizden, tüm randevularına erkenden geldi, leb demeden leblebiyi de anladı. Hakikaten anladı aynı kelime, leblebi de Yunanistan’a Türkiye’den ithal ediliyormuş zaten. Sarı leblebiyi seviyorlar. Sakın bana şimdi yine, “Yunanlılar bizden çalmış efendim” klişesi patlatmayın. 'Leblebü' kavrulmuş nohut demekmiş Farsça’da, yani bu teoriye bizde leblebiyi İran’dan, kahveyi Araplar’dan, baklavayı ve künefeyi de Suriye'den çalmış sayılmaz mıyız? Demeyin böyle şeyler, sonunda zararlı çıkarız. Kimse kimseden bir şey çalmamıştır. 500 senelik Osmanlı mutfak kültürü Hindistan’dan Viyana’ya kadar yayılmıştır o kadar. Sen süzme yoğurda 'Greek Yogurt' dedirtirsen o senin kronik tanıtım hastalığının sonucudur.


Yazının Devamını Oku

Tarihini sevip koruyan kentini de korur

5 Mart 2018
Bugün size Torino’da birçoğu 100 yılı devirmiş kafelerden, onların efsane olmuş lezzetlerinden bahsedeceğim. Konu ne kadar iç açıcı olsa da benim için acı veren bir tarafı da var. Bu şehre bakıp İstanbul için hayıflanmamak elde değil. Ne yazık ki nerede ne yiyeceğimizden çok orada hangi ünlünün yanında oturacağımız daha önemli olduğu için İstanbul gibi bir kentin damakta kalıcı lezzeti yok denecek kadar az. Torino’nun asırlık mekân ve lezzetlerinin hastasıyım ama bizim bilinçsiz tüketicimiz de beni hasta ediyor.

Torino lehçesinde (Fransızcaya çok benziyor) 'Bicerin' biçerin okunuyor. Bir nevi sabah kahvesi ama tam kelime anlamı küçük bardak veya bardakçık demek. 19. asır sonlarından kalma bu kahveyi yine aynı yıllardan kalma 'Belle Epoque' (1870-1914) dekoru içerisinde içme keyfi ise bu insanlara mahsus. Tarihini sevip ve koruyan, yaşadığı beldeyi seven, o şehirde en az 4-5 nesil yaşamış veya tarihin renklerini, gerçeklerini bilen, mekanları içine sindirmiş ve keyfini çıkartan insanlar bunlar. Bizim Beyoğlu’ndaki Markiz Pastanesi ile aynı devrin ikizleri buradaki pastaneler.


San Carlo meydanındaki Café San Carlo (1842)  bir “bicerin” için ideal dekor. Bicerin’in alt yarısı kahve, üst yarısı sıcak çikolata ve en üstü sıvı krema. Çok keyifli bir içimi olduğunu söylemem gerekir.

Ancak şöyle ki; Bizim Markiz 1970'lerin dejenerasyonuna uğramış ve hatta bir oto yedek parçacısına satılmış. Sonradan bir şekilde kurtarılmış ama hiçbir zaman o müşterisi kalmamış. Bizim insanımız Amerikan zincir kahvehaneleri, hamburgercilerini tercih etmişler. Ülkemizde problem, tüketicinin cehaleti ve bu cehaletin meyvesi zevksizlik ile ilintili. Neden ülkemizde uluslararası yıldızlı lokantalar, tarihi kafeler yok? Bana sıkça sorulan sorular arasındadır bu soru. Müşteri bilinç eksikliği ve zevklerinin başka alanlara kayması, kısacası kültür problemiyle ilintilidir. Zamanında çok iyi ve iddialı bir 'İstanbul Lokantası' ki yabancı ve Türk şefleri vardı, sahibi anlatmıştı. Telefonla rezervasyon yapmak için arayanlar yemek menüsü, şarap kavı vesaire hakkında soru sorma yerine o gece hangi ünlü rezervasyon yaptı onu sorup, yan masasından da yer istiyorlarmış. Bu lokanta da diğerleri gibi dayanamadı ve kapattı dükkanı…

Yazının Devamını Oku

Etna eteklerinde Akdeniz bereketi

25 Şubat 2018
1669 senesinde Etna Yanardağı patlamadan evvel 12 kuvvetinde olduğu tahmin edilen bir deprem ile adeta kıyamet kopmuş. Etna püskürmüş ve kızgın lava dağdan aşağı şehre doğru binlerce derece ısıda önüne geleni eriterek denize kadar akmaya başlamış. Bugün bu şehirde yollar siyah kömür renginde lava taşından yapılmış. 18. Yüzyılda barok tarzında yeniden inşa edildiği için Catania çok güzel. Hastasıyım…

Aslında Catania’yı ve halkını çok seviyorum da, esas hastası olduğum 'Balık Pazarı'.  Denize yakın eski Roma kemerlerinden gireceğiniz. 'Alonzo di Benedetto' meydanında. Çığırkanları, rengârenk balık ve insan yumağı ile müthiş bir manzara... Su geçiren ayakkabı, spor ayakkabısı, sandaletler, falan giymeyin sakın. Pantolon paçalarınız da uzun olmasın hatta varsa lastik çizme giymelisiniz.

En son gittiğimde gezici bir bando bile vardı. Herkes bir ağızdan şarkılar söylüyor, balıkçılar, madrabazlar (çığırtkanlar), kokular ve renkler sarmaş dolaştı İtalya’nın en büyük balık pazarında...



Yazının Devamını Oku

Sanayi de yaparım, güzel şehir de...

12 Şubat 2018
Bu yıl Torino bana ‘lezzetli bir sürpriz’ oldu. 25-30 yıl önce Roma’da yaşarken yolumun düştüğü bu kente çok haksızlık etmişim meğer. Bu gidişimde ilk önce kendime kızdım, “Neden önyargılı bir adam oldum” diye. O sandığım şehir değilmiş meğerse. Ayrıca dediklerine göre son 20 senede Toro (Boğa) adından gelen Torino’da çok şey değişmiş. Hastasıyım...

Torino, bana lezzetli bir sürpriz oldu. 25-30 sene evvel gitmişim, şöyle ki; Milano’dan, Fransa’nın Nice kentine arabayla ile giderken, yol Torino’dan geçiyor. "Bir öğle yemeği yiyelim" dedik ve otoyoldan çıktık. Şehir merkezinde bir yemek molası verdik. Yemek esaslıydı hatırlıyorum ama şehir, daha önce Roma’da yaşayan biri olarak bana biraz durgun gelmişti. İlk intiba biraz soğuk, gri ve dumanlı bir endüstri şehri. İtalya’nın otomobil devi Fiat ve yan kuruluşlarının merkezi bir fabrika kenti.

Bu gidişimde ise; ilk önce kendime kızdım, neden önyargılı bir adam oldum, o sandığım şehir değilmiş meğerse, ayrıca dediklerine göre son 20 senede çok şey değişmiş. Gerek otomobil endüstrisi merkezi olması, gerekse İtalya’nın ilk başkenti olması nedeni ile “Aaaa İtalya’nın Bursa’sı burası” dedim, ama heyhat; Bursa çarpık kentleşme, hava kirliliği ile dünya liderlerinden oldu. Kaybolmuş mahalleleri, romantik sarmaşıklı Osmanlı binaları, kaplıca otelleri, iskenderi, kestane şekerleri ile sadece çocukluk rüyalarımızda kalmış, Bursa’nın sanayi dumanlı havası gibi puslu… Yeşil Bursa artık yok, gri Bursa var. Bursalılar bana gücenmesin, “Var efendim” demesinler, bunların hiçbirisi yok. O kebabın kuzusu artık Uludağ’da otlamıyor, kebabın yanında içtiğimiz şıra ise şekerli ve boyalı su olmuş. Kestane ağaçları da mobilya olmuş. Çocukluğumuzda yayla gibi geniş cafcaflı Amerikan arabalarına doluşup İstanbul’dan bebe şebe gittiğimiz, Müşerref yengemin doğal sıcak sulu havuzuna zorla soktuğu, 'Art Deco' mimarili Çelik Palas Oteli’ne ne oldu bilmem, sormaya da korkuyorum. İtalya’nın Bursa’sı Torino’ya gelince;

Dünya’nın en önemli “Mısır Medeniyetleri Müzesi” bu kentte. “Nasıl yani” mi? Osmanlı’ya başkaldıran Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı anacağız.

Torino şehri bir kültür ve gastronomi şehri. Çarşı pazarı gezdim, güzel mekanlarda güzel yemekler yedim. Piemonte bölgesi, 41 Michelin yıldızlı lokantası ile İtalya’nın gastronomi şampiyonu.

Müthiş bir sinema müzesi yapmışlar. Roma’dan evvel İtalya’nın sinema endüstrisi bu şehirde imiş.

Yazının Devamını Oku

Karayipler’de Nakşidil Sultan’ın izinde - 2

4 Şubat 2018
Bir rivayete göre, Osmanlı’nın devrimci valide sultanı Nakşidil Sultan’ın memleketi Karayipler’de Martinique Adası. Bunu öğrenir öğrenmez Karayipler’de Osmanlı’nın izlerini sürdüm. Geçen hafta yine bu sayfadaki yazımda Nakşidil Sultan’ın doğduğu yere gittim. Hikyeyi bitirememiştim. İşte o müthiş yolculuğumun finali...

“Gene bizim Marco, çeribaşı... Bir telefon; “Müthiş bir ekip kurdum ve güzel bir katamaran da kiraladım, haydi Guadaloupe’ta buluşuyoruz!” Beş arkadaş Fransız sömürgelerinden Guadaloupe Adası'ndan (Karayipler’de 'Kelebek Ada' olarak anılır) bir yelkenli ile yola çıktık. Güneye doğru, Les Saintes (Azizler Adası), Maria Galante, unutulmaz Dominica ve muhteşem Martinique Adası rotasını tamamladık. Bir rivayete göre, Osmanlı’nın devrimci valide sultanı Nakşidil Sultan’ın memleketidir bu Martinique Adası. Sekiz yaşında, saray görgüsü vs öğrenmesi için kendisi de Martiniqueli olan kuzeni ve Napolyon’un eşi İmparatoriçe Josephine’nin yanına yollanmış. Dönüşte, Kuzey Afrikalı korsanlar tarafından kaçırılmış ve bir şekilde sekiz yaşında İstanbul Topkapı Sarayı’nda bulmuş kendini.

Not: Bu olay birçok tarihçi tarafından onaylanmamıştır. Sadece bir tevâtür (söylenti) olarak kabul edilir.

Ada güneyinde 'La Pagerie' (Maison Familiale de l'Impératrice Joséphine) 'İmparatoriçe Josefin’in Aile Evi Müzesi'ne gittik. Siyahi kibar müze görevlisi Hanımefendi’ye "Josephine’nin kuzeni Aimée Du Duc de Rivéry de burada mı büyümüş?” dedim. Cevap ise dudağımı uçuklattı, “Aaa Osmanlı Kraliçesi Valide Sultan’dan mı bahsediyorsunuz? Esas aile reisi Aimée’nin babası. Onun malikânesi kuzeyde, burası küçük kardeşinin daha mütevazı evi.”

Ertesi gün çok güzel ve manzaralı yollardan 150 km. adanın kuzeydoğusuna kadar ulaştım. Bir süre sonra yol, toprak olacak ve arabayı yol kenarına bir ağacın altına park edeceğim. İn ve cinlerin top oynadığı ovalar ve tepelerden denize doğru ineceğim.  Çok sihirli bir mekâna ulaşacağım.



Yazının Devamını Oku

Karayipler’de Nakşidil Sultan’ın izinde

29 Ocak 2018
Martinique pruvamızda şekillenmeye başlıyor. Bu muhteşem Karayip adasına varışımızı 12 saat hesap ettik ama güzel esen rüzgâr 10 saatte adanın kuzeyindeki ‘Saint Pierre’e ulaştırdı bizi. İskelesine aborda olduk. Çok şirin bir kasaba, çok sessiz ve sanki biraz da hüzünlü.

İlk üç saat motorlar yardımı ile yol alıyoruz. Ada uzaktan kaybolmaya yüz tutu. Karayipler'in egzantirik Dominica Adası’nın hala faal olan 'Morne Diabloten' (Şeytan dağları) buharlı tepesi ufuk çizgisine usulca gömülüyor. Adalar arası kanala gelince güzel apaz esmeye başladı. Yelkenleri fora ettik ve motor homurtusunu susturduk.



Sadece su hışırtısı ve İtalyanlardan heyecanlı tartışma sesleri geliyor. Dümendeyim, ekip öğle yemeği hazırlıklarına başladı bile. İtalyan millet, illaki her Allah'ın günü en az bir öğün makarna yemeli. Hangi tip makarnayı, hangi sosla yiyelim kavgasını kulak ucu ile dinliyorum.


Yazının Devamını Oku