Ölümün parolası şibbolet

Bundan üç bin yıl kadar önce, "Efrayimli misin?" diye sordular. "Hayır" dedi, adam. "Öyle mi? O zaman ’şibbolet’ de bakalım!"

"Sibbolet" dedi adam ve öldü. Efrayimliler, "ş" harfini söyleyemezdi. O gün Gilatlılar, şibbolet diyemeyen 42 bin Efrayimli’yi öldürdü. Musevilerin kutsal kitabı Tanah’ta böyle kayıtlı.

Babamın adı Şemsi’ydi. Bana, ille "Şemsi Paşa Pasajı’nda sesi büzüşesiceler" dedirtmeye çalışırdı. Bir türlü dilim dönmezdi, kahkahalarla gülerdik. Şibbolet, zor ya da yanlış söylendiğinden, hoşça vakit geçirten böylesi tekerlemelerden değil. Bir grubu diğerinden ayıran, sosyal ya da bölgesel aidiyet belirleyen basit bir sözcük, kısa bir cümle, bir iz ya da bir davranışa verilen genel bir ad ve bazıları için ölümün parolası.

Geçenlerde, 1942 yılında Amerikan Savaş Bakanlığı’nın, Pasifik bölgesindeki askerlerine dağıttığı 75 sayfalık bir cep kitabının ilk baskısında yer alan, daha sonraki baskılarında kaldırılan birkaç illüstrasyon gördüm. Zaten bu yazıyı kaleme almak da, o zaman aklıma geldi.

Milton Caniff’in çizgileriyle, bir Japon’un, bir Çinliden ya da Filipinliden nasıl ayırt edilebileceğini anlatılıyor. İlkinde iki çıplak ayak resmedilmiş. Biri normal, diğerinin baş parmağı ile ikincisi arasında önemlice bir aralık var. Resmin altında diyor ki: "Japon askeri, çizme giymeye başlamadan önce, parmakarasından deri şeridi geçen tahta sandaletlerle dolaşırdı (Şu bizim "tokyo" dediklerimizden söz ediyor). Bu nedenle, başparmağı dışa doğru açıktır. Ayrıca, parmağın iç kısmı, şerit nedeniyle nasır tutmuştur."

JAPONLAR LALAPALOOZA DİYEMEZ

"Bir Japon’u Tanımak" adlı cep kitabının 72. sayfasında, biri sarışın, ikisi esmer üç erkek görülüyor. Resmin üzerinde şunlar yazılı: "Kimi zaman, Japon subayların ayaklarında bu özelliğe rastlanmaz. Çoğu İngilizce bilir, hatta bazıları bizim deyimlerimize bile aşinadır. Ancak Japonların çoğu, "s" harfini söylerken tıslarlar. İçinde çok sayıda "s" harfi olan "Smith left the fortress" (Smith kaleden ayrıldı) gibi bir cümleyi tekrarlamalarını isteyin. Ayrıca "L" harfini söyleyemezler. "Lalapalooza" dedirtin."

İkinci Dünya Savaşı sırasında, kimi Amerikan askerlerinin, bu kitapçık yüzünden "Lalapalooza"yı şibbolet olarak kullandığı, "L" harfini söylemekte zorlanan ve "L" yerine genellikle "R" diyen Japonları ayırt etmek üzere, kontrol noktalarına yanaşanlara bu sözcüğü söylettikleri, "roro" diye başlayanlara, daha devamını getiremeden ateş edildiği kaydedilir.

Çok şükür şimdilerde, Japonları "Lalapalooza" ile avlamaya çalışanlar yok. Ancak, onların "L" ile "R" sesi arasındaki farkı algılayamadıkları da bilimsel bir gerçek. Özellikle, on yaşından sonra İngilizce öğrenmiş olanlar, "light" (ışık) ve "right" (sağ) sözcüklerini ayırt etmekte zorlandıklarından, Japon turistlere yol tarif etmenin güçlüğü de bundan ileri geliyor.

JYUGOYEN GOJYUSEN DİYEMEYEN KORELİLER

Gelelim, Japonların Korelileri avlamakta kullandığı şibboletlere. 1 Eylül 1923 sabahı, tam 11.58’de, Japonya’nın en büyük adası Kanto, 8 Richter ölçeği dolayında, dört dakikadan fazla süren bir depremle sarsıldı. Öğle saatine denk gelen deprem, ocakların devrilmesi yüzünden çok sayıda yangının çıkmasına da neden oldu. Tokyo ve Yokohama’yı da yerle bir eden Kanto depreminde, 100 bin kişi öldü, 37 bin kişi kayboldu ve bir daha bulunamadı.

Depremin ve bir türlü söndürülemeyen yangınların yarattığı panik ve kargaşa, gazete sayfalarına, sanki doğruymuş gibi yansıtılan bir dedikoduyla korkunç ve kontrol altına alınamaz boyutlarla ulaştı. Koreliler, felaketten yararlanmakla, evleri soyup kundaklamakla, hatta su kuyularına zehir atmakla suçlandılar. Bunun üzerine Japonlar, kent, kasaba ve köy sokaklarına kurdukları barikatlarla, geçenleri tek tek kontrol etmeye, Koreli olanları ayıklamaya başladılar.

Bu amaçla, Korelilerin sözcük başlarında yer alan G ve J harflerini, Japonlardan farklı biçimde telaffuz etmesinden yararlandılar. "JyuGoYen GoJyuSen" (15 yen 50 sen) ya da "GaGiGuGeGo" birer şibbolet olarak kullanıldı. Bunları gereği gibi söyleyemeyenler, bulundukları yeri terk etmeye zorlanmakla kalmadı, dövüldü, hatta öldürüldü. Bu arada, aynı hatayı yapan Çinliler, hatta bazı lehçeleri konuşan Japonlar da öldürüldü. Saldırganlar arasında bazı polis ve askerlerin de bulunduğu, bazılarının olaylara müdahale etmeyerek katkıda bulunduğu iddia edildi. Ölenlerin resmi sayısı 250 kişi kadar. Resmi olmayan kaynaklara göre, 6 binin üzerinde.

Gazetelerde yer alan asılsız bir dedikodunun yol açtığı cinayetler, Japonlara ders olmuş. Bu yüzden, 80 yıldır vatandaşlarına verdikleri deprem eğitimlerinde, portatif radyoların hep taşınmasını ve resmi kaynaklar dışında söylenenlere itibar edilmemesini öğretiyorlar.

FİNLİLER RUSLARI NASIL ARADI

1918 Nisan’ıydı. Finlilerin iç savaşı sona ermek üzereydi. Beyaz Muhafızlar, Kızılların kalesi Tampere kentine girdi ve sadece sosyalistlerin değil, sayılarının çok olduğunu sandıkları sivil kıyafetli Rusların da peşine düştüler. Tarih profesörü Heikki Ylikangas, bu amaçla Fince "bir" sayısının şibbolet olarak kullanıldığını, Rus olduğundan şüphelenilen kişilere bu sözcüğün söyletildiğini, doğru sesi çıkartamayanların hemen orada öldürüldüğünü belirtiyor.

Bu ölüm sorusunun temeli, "bir" sayısını "yksi" şeklinde yazan, ancak "üksi" okuyan Finlilere karşılık, dillerinde "ü" sesi bulunmayan Rusların "juksi" şeklinde söylemesine dayanıyor. Ancak, pek işe yarar bir soru olmadığı muhakkak. Çünkü öldürülenler arasında, Çek ve Polonyalılar gibi başka Slavların, hatta Beyaz Muhafız üyesi Finlilerin de olduğu sonradan anlaşılmış.

Finlandiya üç ay süren iç savaşta 37 bin dolayında insanını, yani nüfusunun yüzde birini kaybetti. Bunların sadece 7 bini çatışmada öldü. 8300’ünü Beyazlar, 3100’ünü Kızıllar infaz etti. 13 bini esir kamplarında öldü. Binlercesi kayboldu.

Finli askerler, dillerinin ilginç özelliklerinden II. Dünya Savaşı sırasında da yararlandılar. Buharlı yol silindiri anlamına gelen ve kendilerinden başka kimsenin doğru dürüst söyleyemediği, "höyryjyr?"yi sıklıkla parola olarak kullandılar. Ruslar, baştaki "h" harfini kesinlikle çıkartamadıklarından, şibbolet olarak işe yaradığı söylenir.

DAYANAMADIM BİR DENEY YAPTIM!

Şibbolet işinin şakaya gelir tarafının olmadığını biliyorum. Ama dayanamadım, küçük bir deney yaptım ve şu sıralar Viyana’da, Birleşmiş Milletler binasında birlikte çalıştığım bir Çinliyle bir Japon’u karşıma alarak, "N’olur Leghorn deyin" diye rica ettim. Leghorn’un, onlar için bir şibbolet olabileceği kayıtlı. Gerçekten, Japon "Reghorn", Çinli Legholn" diyor. Çok utanıyorum ama, şimdi bu şibbolete" Bir taşla iki kuş vuran şibbolet" denmez de ne denir?"

Dili dönmeyen düşman

II. Dünya Savaşı, anlaşılan şibbolet açısından pek zenginmiş. Örneğin Hollandalı yazar Johannes Voskuil, anılarını kaleme aldığı son kitabı "Onder andere"de, Nazilerin Hollanda’ya saldırdığı 1940 Mayıs’ında, babasının, direnişçiler tarafından "Scheveningen" demeye zorlandığını anlatıyor. Gerçekten de, başkent Lahey yakınındaki bu yerin adını, anadili Hollandaca olanlar Skhefeningen, Almanca olanlar ise, Şeveningen şeklinde söyler. Savaş bittiğinde, kaçmakta olan Almanları teşhiste kullanılan bir diğer kent adı, sınıra yakın Nijmegen’dir. Almanlar bunu, tıpkı bizim gibi telaffuz ederken, Hollandalılar Naymehın benzeri bir biçimde söylediklerinden, bir şibbolet olmuştur.

Hispaniola Adası’ndaki maydanoz katliamı

Karayip denizindeki Hispaniola Adası’nı paylaşan Haiti ve Dominik Cumhuriyeti arasındaki sınır, 1929’da çizildi. Bir yıl sonra başa geçen Rafael Trujillo 1961’de öldürülünceye dek Dominik Cumhuriyeti’ni yönetti. Trujillo, sınırın çizilmesiyle birlikte kendi topraklarında kalan ve genellikle şeker plantasyonlarında işçi olarak çalışan Haitililerden çok rahatsızdı. İki ulus arasında, etnik, kültürel ve ekonomik farka dayanan 400 yıllık gerilimi, bir çırpıda ortadan kaldırmaya niyetlendi.

2 Ekim 1937 gecesi, onuruna verilen baloda kısa ve öz bir konuşma yaptı: "Sınır bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız, Haitililerin; sığırlarını, tahıl ve meyvelerini çalmalarından şikayetçi. Onlara söz verdim. Bu sorunu en kısa zamanda halledeceğim. Nitekim, halletmeye başladım bile. Topraklarımızdaki 300 Haitili öldürüldü. Öldürülmeye devam edilecekler."

Diktatör Trujillo sözünü tuttu. 2 Ekim’le 8 Ekim arasındaki 5 günde, Dominikli asker, sivil ve yerel yöneticiler, sayıları tam bilinmeyen, ancak 17 bin ila 35 bin olduğu sanılan Haitili kadın, erkek ve çocuğu katlettiler. Sınır boyunca akan Rio Artibonito Nehri üzerindeki ana köprü de kapatılınca, çoğu Dominik topraklarında doğup büyümüş Haitililer ülkelerine kaçamadı.

Trujillo’nun adamlarının, sözümona ülkelerine götürmek üzere, ev ev Haitilileri topladığı, kamyonlara doldurup kırsala taşıdığı, gece boyunca katlettiği, cesetlerini Atlantik Okyanusu’ndaki köpekbalıklarına attığı, yenmeyen insan parçalarının günlerce kıyıya vurduğu anlatılır.

Askerler, sokakta ve tarladaki Haitilileri belirlemek için bir şibboletten yararlandılar. Şüphelendiklerine, ellerindeki maydanoz demetini sallayıp, sordular "Como se llama sto?" (Bunun adı ne?). Aldıkları yanıta göre ya "geç" dediler, ya da öldürdüler. Çünkü, kanlı parola perejil’di ve "R" harfini söylemekte zorlanan zavallı Haitililer, "pe-sil" diyordu. Maydanoz, tarihin en kanlı şibboletlerinden olsa gerek.

MODERN ZAMAN ŞİBBOLETLERİ

Her yıl yüz binlerce kişi, mülteci olarak tanınmak amacıyla bir başka ülkeye sığınır. Başvurular, terk edilecek ya da yasal yollarla girilen yeni ülkenin BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne yapılabilse de, pratikte sığınmacılar bir nüfus kağıdı ya da pasaportları olmaksızın ve genellikle insan kaçakçılarına önemli paralar ödeyerek yasadışı yollarla yeni ülkeye girerler.

Başvuru sahibinin, 1951 BM Sözleşmesi’ne uygun, "gerçek bir mülteci" mi, yoksa daha iyi şartlarda yaşamak isteyen "ekonomik bir mülteci" mi olduğunu belirlemek kolay değil. Şimdilerde, aralarında Almanya, Avustralya, Belçika, Hollanda, İngiltere, İsveç, İsviçre ve Yeni Zelanda’nın da yer aldığı çok sayıda ülke sığınma başvurusu yapana, orijin ülkesini belirlemek üzere bir "dil analizi" de yaptırıyor. Henüz bir standardı bulunmayan bu inceleme sırasında, kendinden menkul bazı "bilirkişiler" şibboletlerden yararlanıyor.

Avustralya’da verilen "Afganistan’da Urdu dili konuşulmaz. Kişi, bazı Urduca sözcükler kullanmıştır. Buna göre Afgan olamaz" raporu, Yeni Zelanda’da, bir Afgan’ın başvurusu üzerine hazırlanan "Kişi 15 dakikalık görüşme sırasında, patates için bir kez "patata" sözcüğünü kullanmıştır. Bu da, uzunca bir süredir Pakistan’da yaşadığının kanıtıdır" şeklindeki görüş ya da çok iddialı bir özel şirketin, başvuru sahibinin kullandığı sözcüklerden yola çıkarak, "Somalili" demekle yetinmeyip başkent Mogadişu’nun kuzeyindeki bir varoştan geldiğini belirtmesi durumun vahametini göstermeye yeter sanırım.

Zaten dilbilimci akademisyenler ve Uluslararası Adli Fonetik ve Akustik Birliği de henüz bir standardın bulunmadığından yakınıyor, hele Afganistan, Pakistan, Irak, İran gibi ülkelerdeki karmaşık ve iç içe geçmiş lehçeler yüzünden, bu coğrafyadan gelenlere kesinlikle uygulanmaması gerektiğinde uzlaşıyorlar. On yıl geride kalmakla birlikte, İsveç Hükümeti’nin, ülkelerine geri gönderildiği sanılan kaçaklar arasında, dil analizi yüzünden yanlış yere gidenlerin olduğunu açıklaması, hálá akıllarda.
Yazarın Tüm Yazıları