Şu seri katil meselesi

Suçla mücadelenin can damarı sınıflamadır. İzler, boyalar, çiçekler, böcekler, silahlar, yaralar sınıflara ayrılamasaydı, suç aydınlatılamazdı.

Bu gerçeği iyi bilen birkaç polis, bundan 35 yıl önce Amerikan cezaevlerinde yatmakta olan ve birden fazla cana kıymış 38 mahkûmla yüz yüze görüşerek, önce seri cinayetleri sınıflara ayırdılar, sonra kriminal profillemeyi geliştirdiler. "Seri katil" kavramı, bu sınıflamanın bir ürünüdür.

Federal Soruşturma Bürosu FBI’ın, efsanevi Davranış Bilimleri Birimi’nin kurucusu polisler, yıllara varan uzun bir zaman diliminde, üç kişiden fazlasını, farklı mekanlarda öldürenleri "seri katil" olarak adlandırdılar ve bu özellikleriyle onları, aynı zaman ve mekanda çok sayıda kişiyi öldürenlerden, ayrıca birkaç saat ile gün içinde farklı mekanlarda cinayet işleyenlerden ayırdılar.

Sadece seri cinayetleri değil, seri kundaklama ve tecavüzleri de inceleyen birim çalışanlarının, olay yerinin nasıl inceleneceği, tanık ve sanık ifadelerinin nasıl alınacağına ilişkin 350 sayfalık "Suç Sınıflama Elkitabı", aradan geçen yıllara ve psikologların ve psikiyatrların acımasız eleştirilerine rağmen, hálá alanının tek kitabıdır ve dünyanın pek çok ülkesinin polis teşkilatında kaynak kitap olarak kullanılır.

Suç Sınıflama Elkitabı’na göre, 1888’de Londra kadınlarının kanlarını donduran Karın Deşen Jak, su götürmez bir seri katildir. Ancak aynı şeyi ondan 300 yıl kadar önce İskoçya’da binden fazla insanı avlayıp yiyen Sawney Bean ile 48 kişilik ailesi, ya da 1600’lerde, haremindeki erkeklerle ilişkiye girdikten sonra onları öldüren Angola Kraliçesi Zingua için söylemek mümkün olmaz.

Çünkü Bean’lerin tek amacı karınlarını doyurmaktı ve mağaralarının önünden geçen herkesi, küçük büyük, kadın, erkek demeden yemişlerdir. Öte yandan Angolalı erkekler, öleceklerini bildikleri halde, kraliçenin yatağı için kıyasıya mücadele etmişlerdir. Kara kraliçe Zingua, kriminolojik, psikolojik ya da sosyolojik açıdan incelemeye değer bir seri katil olabilir ama, Suç Sınıflama Elkitabı’na göre, faili belli, olay yeri belli, üstelik kurbanları gönüllü bu örneğin, kayda değer hiçbir önemi yoktur.

FBI çalışanları, faili belli olmayan bir cinayet yerinin özellikleri, cesedin bulunuş şekli ve otopsi bulgularına dayanarak, seri katil elinden çıkıp çıkmadığını belirlemenin, katilin kim olabileceğini öngörmenin, tekrar öldürmeden yakalayabilmenin ve en önemlisi bir sonraki kurbanın özelliklerini saptayarak, onu korumanın peşindeydi. Tıpkı bugün, suçla mücadele eden profesyonellere öğrettiğimiz gibi.

SUÇ ANALİZ FORMLARI

Batı dünyası, kurbanla fail arasında bir ilişki kuramadığı her cinayeti, hele cinsel motiflileri mutlaka bir seri katilin işi olarak değerlendirir. Bu nedenle bir şüpheli yakalandığında, sadece son cinayetle ilgili değil, evvelce işlenmiş ve çözülememiş başkaca cinayetler de dikkate alınarak sorgulanır. Büyük ve kalabalık bir ülkede, 20 yıl arayla, birbirinden yüzlerce kilometre uzaklıktaki iki mekanda işlenmiş cinayetleri birbirine bağlamanın zorluğu ortadadır. Bu nedenle cinayet mahallerinin, polislerin kısaca MO (Modus operandi) diye tanımladığı suçun işleniş biçiminin ve kurbana ait özelliklerin çok iyi belgelenmesi ve arşivlenmesi gerekir. Faili meçhul olay yerlerini birbirine bağlayabilmek, aradan uzun yıllar geçse bile saldırganın aynı kişi olabileceğini fark edebilmek için, ülke genelinde, hatta sınırların böylesine açıldığı günümüzde, dünya genelinde bu bilgilerin aynı şekilde toplanması ve güvenlik birimleri arasında paylaşılması gerekir.

1990’ların sonlarında, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün adli bilimler uzmanı iki hukukçusu, Tanıl Başkan ve Tunç Demircan ile birlikte, olay yeri, suçun işleniş biçimi ve mağdur özelliklerinin işlenebileceği ve elektronik ortamda arşivlenebileceği Suç Analiz Formu’nu geliştirmiş ve aralarında öğrencilerimizin de bulunduğu İstanbul’daki olay yeri inceleme ekiplerine sunmuştum. Umarım, sadece bu kentte değil, ülke genelindeki cinayet mahallerinde kullanılması için gayret ediyorlardır. Çünkü kurbanın ayağındaki ayakkabının boy, biçim ve markasına kadar ayrıntı içeren Suç Analiz Formları, DNA delillerinden sonra, iki olay yerini birbirine bağlayabilecek en değerli bilgidir.

HEPSİ SORUNLU DEĞİL

Genel beklentinin aksine, seri katillerin sadece yabancılara saldıracağı görüşü yanlıştır. Önce ana, baba, kardeş ya da yakın akrabalarını öldüren, bunun cezasını çekip serbest kaldıktan sonra, yabancılara yönelen nice katil bulunur.

Seri katillerin her zaman aynı özellikleri taşıyan kişileri, aynı nedenle ve aynı teknikle öldürecekleri de yanlıştır. Seri katillerin hepsi geri zekalı, akıl hastası, eğitimsiz, alkol ya da uyuşturucu bağımlısı, iktidarsız, içine kapanık, çocukken cinsel ya da fiziksel istismara uğramış, tek başına yaşayanlar değildir. Üstelik iki cinayeti birbirinden ayıran yıllar sürebilecek "soğuma dönemleri"nde, iyi bir baba, sevgi dolu bir eş, sevecen bir öğretmen olabilirler. Ayrıca tamamının 20-40 yaş arası erkekler olduğu sanılmamalıdır. 300 kadar Rus kadınını koca şerrinden kurtaran kiralık seri katil Madam Popova, iki küçük çocuğu öldüren 11 yaşındaki İngiliz kızı Mary Bell, aksini kanıtlayan örneklerin sadece ikisidir.

Önyargıların başlıca sakıncası, "tünel etkisi" oluşturmalarıdır. Bir diğer deyişle, kurulan senaryoya uygun birinin aranmasına, ayrıca şüphelenilen bir masumun medya tarafından damgalanmasına yol açar.

PROFİLCİLİK BİLİM DEĞİL SANAT

Seri katillerin yakalanmasında işe yaradığı iddia edilen profilcilik, yani olay yeri ve mağdurun özelliklerinden yola çıkarak, katilin nasıl biri olacağına ilişkin varsayımda bulunmak, FBI’ın Davranış Bilimleri Birimi’nden emekli Douglas ve Ressler gibi polislerin hatıraları, Kuzuların Sessizliği ve Hannibal gibi sinema filmleri, Profiler gibi TV dizileriyle pek ilgi çekmiş ve hayranlık uyandırmıştır.

Tarihin bilinen ilk suçlu profili çalışması, muhtemelen kendini "Benim adım Bond, Thomas Bond" diyerek tanıtan bir cerraha ait. Kısa aralıklarla öldürülen 5 fahişenin otopsi bulgularından yola çıkarak, katilin aynı kişi olduğunu öne süren doktorun, güçlü kuvvetli, soğukkanlı, cesur, orta yaşlı, iyi giyimli, yalnız yaşayan, içine kapanık, işsiz, seks düşkünü ve akıl hastası olarak tanımladığı erkek, Karın Deşen Jak’tan başkası değildi. 120 yıl öncesinin bu profili, Londra polisinin işine yaramadı ve Karın Deşen Jak’ın kim olduğu hiçbir zaman bulunamadı.

Belirli bir sistematiğe ve bilimsel tabana oturmamakla birlikte, suçluların olası profilleri 1930’lu yıllarda Almanlar, 1950’lerde Amerikalılar tarafından, faili meçhul olaylarda ve özellikle aynı kişi tarafından işlendiği düşünülen cinayetlerde kullanılmaya başlandı. Hele New York’lu psikiyatr Arnold Brussel’in, 16 yılda kentin değişik yerlerinde bombalar patlatan kişiyle ilgili olarak "İri yarı birini arayın. Orta yaşlı. Slav göçmeni. Elektrik teknisyeni. Katolik. Bekar. Connecticut’ta kardeşiyle birlikte oturuyor. Annesini seviyor. Babasından nefret ediyor. Onu bulduğunuzda üzerinde büyük bir olasılıkla düğmelerinin tamamı ilikli kruvaze ceket olacak," demesini dikkate alan polisin, "Deli Bombacı" George Metesky’yi eliyle koymuş gibi bulabilmesi, profillemeyi suçla mücadelenin sihirli bir silahı haline getirdi. (Polis bir geceyarısı Metesky’nin kapısını çaldığında üzerinde pijamaları vardı. Karakola gitmek için giyindiğinde, kruvaze ceketinin tüm düğmelerini iliklemişti!)

Ancak profillemenin bilimsel bir dayanağı yoktu. Hálá da yok. Göz kararı, el yordamıyla polise yardımcı olmaya çalışanlar kimi zaman öylesine ilgisiz kişileri tanımlamaya başladı ki, polisin olayı çözeceği varken, vakit kaybetmesine, yanlış kişilerin peşine düşmesine dahi neden oldu ve oluyor.

KATİL PROFİLCİYE GÖRE DEĞİŞİR

Bahçe içinde, iki katlı bir ev hayal edin. Kapılarda zorlama yok. İkinci kattaki açık pencereye dayanmış bir merdiven. Merdivenin ulaştığı yer, bir yatak odası. Işık yanıyor. Dağınıklık yok. Yatağın üzerinde çıplak, genç bir erkek cesedi. Bağırsakları dışarıya fırlamış. Açık pencereye yakın bir yerde, halının üzerinde bir bıçak. Alt kattaki mutfakta bu bıçakla aynı markayı taşıyan başka bıçaklar var.

Şimdi bu mekana FBI’ın profilleme eğitiminden geçen bir polisin girdiğini varsayalım. Hemen, katilin "düzenli" değil, "dağınık" olduğunu söyleyecektir. Çünkü cinayeti, önceden yapılan bir plan dahilinde işlememiş, silahı dışarıdan getirmemiş, götürmeyip, evde bırakmıştır. FBI sınıflamasında, dağınık bir katilin zeka düzeyi ve eğitimi düşüktür, kurbanını önceden tehdit etmemiş, eline fırsat geçtiği için öldürmüştür.

Aynı mekana, profesör David Canter’in "soruşturmaya yönelik psikoloji" eğitiminden geçmiş biri girse, gördüklerini değerlendirme şekli çok başka olur. Onun elinde, evvelce çözülmüş yüzlerce cinayete dayalı olarak hazırlanan bir cetvel bulunacak, uzmanımız da olay yerinin özelliklerine bakarak, katili cetveldeki beş sınıftan birine sokacaktır. Örneğin, "pencereye merdiven dayanmış, demek ki kurbanla katil birbirini tanımıyor" gibi.

Brent Turvey gibi adli bilimler eğitiminden geçmiş bir profilci ise, pencereye dayalı merdivenin ayaklarının, 60-70 kilo ağırlığında birinin inip çıkması sonucunda toprağa ne kadar gömülmesi gerektiğini hesaplayacaktır. Çukurun derinliği azsa, katilin sokak kapısından girdiğini, merdiveni polisi şaşırtmak için pencereye dayadığını düşünecek, dolayısıyla katille kurbanın birbirini tanıdığı sonucuna varacaktır.

İşte kriminal profilleme böyle bir şeydir. Yıllardır yüzlerce meraklıyı kendisine çekmiş, hatta internet üzerinden sertifika programları bile sunulan bir alandır. Pek çok roman ve senaryo yazarını, yönetmeni zengin etmiştir ama, gerçek yaşamda sadece profillemeye dayanarak yakalanan seri katil sayısı, bir elin parmaklarını geçmez.

Türkiye’nin seri katilleri hata yapınca yakalanıyor

1986’da Antalya’da Başkomiser Nuri Keskin’i öldüren Süleyman Aktaş, 1994’te kafalarına çivi çaktığı kişilerin beşini de, Denizli’nin Çambaşı köyündeki komşuları arasından seçmeseydi;

1998 baharında üç mobilyacının kafasına, dükkanlarının bodrumunda kurşun sıkarak öldüren Seyit Ahmet Demirci, ilk kurbanı Ali Osman Beldek’in cep telefonunu satmasaydı;

1990’ların ilk yarısında, yaşları 60’ın üzerinde 5 erkekle, tecavüz ettiği 6 yaşlı kadını öldüren Adnan Çolak, ya da bilinen adıyla Artvin Canavarı’nın son saldırdığı Hediye İpek tanıklık edemeseydi;

2001 başlarında Fatih’te 5 kişiyi para ve eşyalarını gasp amacıyla boğan, cesetlerini kolilere yerleştirip değişik yerlere bırakan Orhan Aksoy, öldürdüğü Ali Rıza İdrisoğlu’nun cep telefonunu iki gün kapalı tuttuktan sonra açmasaydı;

7 kişinin ölümünden sorumlu tutulan Karahasan-Bekçe ikilisinin jandarmaya doğrulttukları pompalı tüfek tutukluk yapmasaydı, kimbilir ne zaman yakalanırdı.

Polis kayıtlarına göre 18 kişinin, ailesine ve görgü tanıklarına göre 43 kişinin katil zanlısı Yavuz Yapıcıoğlu’nun bir cinayet, bir de öldürmeye tam teşebbüsle yaralamak suçundan mahkum edilmesi, delillendirmede yaşadığımız sıkıntıların bir diğer göstergesidir. Bu örneklerde dikkati çeken, faillerden hiçbirinin olay yerlerinden ya da mağdurlar üzerinden toplanan bilimsel deliller ile yakalanmadığıdır.

Üç yılda 6 kişiyi pompalı av tüfeğiyle öldüren, bazılarının cesedini bir su kanalı boyunca 10 kilometrelik çizgi üzerine atan, son saldırısında pompalının kartuşunu olay yerinde unutan (bunlara ek olarak biri polis 4 kişiyi de yaralayan) Hamdi Kayapınar’ı, Kayseri Emniyet teşkilatının 30’a yakın görevlisinin coğrafi profilleme tekniğinden de yararlanarak ele geçirmesi gibi ödüle layık soruşturmalar, ne yazık ki hálá bir istisnadır.

Türkiye’de seri cinayetlerin azlığından bahsedilir. Kanımca bu yanlıştır. Olay yerleri iyi analizlenmediğinden birçok faili meçhul cinayet, kayıplar, bulunan kimliği meçhul ceset ve ceset parçaları, yakalanamamış ya da başka nedenlerle yakalanmış aynı suçluların işi olabilir. Dileğim, katilin yapacağı bir hatanın beklenmediği, olay yerinden ve mağdur üzerinden biyolojik delil toplanarak DNA analizlerinin yapıldığı, en kısa zamanda oluşacağını umduğum, "işe yarar" nitelikte bir DNA bankasında toplandığı, böylelikle seri cinayetlerin aydınlatıldığı ve önlendiği günlerin gelmesidir. (İşe yarar bir DNA bankasından ne kastettiğimi gelecek hafta yazacağım.)
Yazarın Tüm Yazıları