Güllerin içinden canım!

BİLMİYORUM gazetelerdeki haberi gördünüz mü? Hükümetimiz boşanmaların arttığını düşünüyor ve bunu önlemenin yollarını arıyormuş.

Haberin Devamı

Buldukları çözümlerden biri de boşanmak için mahkemeye giden çiftlerin, yargıç tarafından en az dört seans sürecek bir evlilik terapisine yönlendirilmesi.
Böylece boşanmaya karar veren çiftler, terapistin sözlerinden ikna olarak birbirlerine yeniden bağlanacaklar ve boşanmaktan vazgeçeceklermiş.
Toplumda çok sayıda boşanmış kadın ya da erkeğin nasıl bir sorun yaratabileceği ile ilgili bir fikrim yok ama çocuk sayısına bile karışmak istediklerine göre karı–koca arasına girmeye çalışmalarını da normal karşılamak gerek.
Yanlış anlaşılmasın, evlilik düşmanı sayılmam ama toplumdaki boşanmaların sayısını azaltmak için gerçekten işleyecek bir politika arıyorlarsa, onlara evliliği yasaklamalarını öneririm. Nasıl olsa “yasakçılık” konusunda bir sorunları yok, bunu da yapabilirler.
Çünkü şöyle bir söz hatırlarım: “Boşanmanın birinci nedeni evliliktir!”
Ben de evlenmekten korkan genç arkadaşlarıma genellikle şöyle takılırım: Akıllı ol, evlenmezsen, boşanamazsın!
Ahmet Rasim vaktiyle şöyle demişti: “Birbiriyle evlenmemeleri icap edenler varsa onlar da birbirlerine âşık olanlardır.”
Türk olmak kolay değil tabii. Benim gibi meraklıları dışında kimse Ahmet Rasim’i hatırlamıyor ama Danimarkalı filozof Sören Kirkegaard da ona benzer şeyler söylemişti ve dünya onu daha çok tanıyor. O da, toprağı bol olsun, şöyle söylemişti: “Evlilik gerçekten aşk değildir ve bu nedenle de iki kişinin tek bir ruh değil, tek bir ten oldukları durumdur.”
Kirkegaard
, hayli ilerlemiş yaşında 17 yaşındaki Regine Olsen’e tutulmuştu. Pek kabul edebileceğim bir durum değil ama bir filozof olduğu için o kendisine bir gerekçe de yaratmıştı tabii: “Eğer yaşamını aşka göre yaşamaya hazır değilse, felsefeyle uğraşmaya kalkmasın kimse.”
Ama gelin görün ki o da “evlilikten korkan” tiplerden biriydi, evliliğin aşkı öldüreceğine inanıyordu ve deli gibi âşık olduğu Regine’den bu korkusu nedeniyle ayrılmıştı.
Akşamları iş bittikten sonra, bizim dergi grubundaki arkadaşlarla Trump Towers’ın altındaki Fratelli’nin barında buluşuyoruz. Ayaküstü sohbet ediliyor, kimi 5–10 dakika takılıp gidiyor, kimisi “happy hour”u trafik hafiflesin bahanesiyle uzatıyor.
Bizim grubun “ak saçlıları”, ki sayımız ancak dördü buluyor, genç arkadaşlara kendimizce öğütler veriyoruz. Bizim yüzümüzden evlilik kararı alan, çocuk sahibi olanlar da var ki onların mutluluklarından biz de mutlu oluyoruz.
Arkadaşlardan biri Facebook’ta kendisine gönderilen bir araştırmadan söz etti.
40 yaşın üstündeki evli kadınları bir araya getirmişler ve eşlerine “Seni seviyorum” yazılı bir mesaj göndermelerini istemişler. Sonra telefonları toplayıp eşlerden gelen yanıtları not etmişler.
Ben de seni”, “me 2”, “muck”, “?” gibi yanıtlara rastlanmamış, emojiden bir kalpçik gönderen bile olmamış.
Yanıtlardan hatırımda kalanlar şöyle: “Hayrola? – İyi misin? – Bir sorun mu var? – Annen bize mi geldi? – Yine çanta mı aldın? – Evde yemek yok mu?”
Bu yanıtların barın çevresinde kahkahalar ile karşılanmasından anladım ki kimse bunu yadırgamıyor.
Doğrusunu isterseniz ben de güldüm ama benimkini daha çok “acı bir tebessüm” olarak tanımlamaktan yanayım.
“Acı bir tebessüm” ile başımı sallamamın nedenini de söyleyeyim: Birisine “Seni seviyorum” diyebilmek aslına bakarsanız kolayca başarılabilecek bir şey değil.
Kolayca yalan söyleyen seri çapkınlardan biri değilseniz, bu sözü söylemeden önce bin kere düşünürsünüz.
O sözün bir değeri vardır ve günlük yaşam içinde kurageldiğimiz cümlelerden çok daha bağlayıcıdır.
Sadece söz de yetmez, çünkü davranışlarınızla da bu sözü doğrulamanız beklenir, o beklenen davranışları ortaya koyamıyorsanız söylediğiniz söz uçar gider, hedefine varmaz, siz de kötü bir yalancının yaşadığı utancı yaşarsınız.
Erkeklerin hayatın en güzel şeyini hissettiklerini düşünmekten korktuklarını biliyorum.
Söz aşka gelince her erkek bir kadına delice âşık olmak istediğinden bahsedebilir ama unutmayalım ki birçok erkek için “aşk” korku duyulacak bir şey.
Tanımı gereği insan kontrolünü kaybedebilir, bir yarı delilik içinde tek bir kadına bağlanıp kalabilir. Korkunun asıl nedeni ise tarihsel “avcılık–toplayıcılık” döneminden kaynaklanıyor bence.
Çünkü bir kadına aşk ile bağlanırsanız artık hayatınızın sonuna kadar “öteki kadınlardan” uzak bir hayat yaşamak zorunda olduğunuzu içgüdüsel olarak bilirsiniz.
Tarih öncesinde bu düşünülemezdi çünkü temel içgüdü üremek, soyun devamını sağlamaktı, orada aşka yer yoktu.
Kadınlar için ise bunun tam tersinin geçerli olduğunu düşünüyorum.
Onlar, ruhun ve bedenin bir tek kişi tarafından baştan çıkarılmasından ve yaşamının sonuna dek ona bağlı kalmaktan, bir tür teslim oluştan hoşlanırlar çünkü.
Genellikle!
Genellikle diyorum çünkü insan söz konusuysa her şey olabilir, Romalı filozof Terentius ne demiş iki bin yıl önce: “Homo sum, humani a me nihil alienum puto!”
Yani diyor ki: İnsanım, insanca olan hiçbir şey bana yabancı değildir.
Burada kesiyorum, İtalyanca söyleyecek olursam: Basta!
En iyisi YouTube’a girin, “güllerin içinden” şarkısını indirin ve yüksek sesle söyleyin.
Sevdiğiniz bir kadının koşarak size gelmesinden daha heyecan verici ne olabilir ki?
İster evlenin, ister evlenmeyin, önemli olan budur!

Yazarın Tüm Yazıları