En heyecan verici yolculuk aşktır

HUGO Pratt’ın çizgi kahramanı Corto Maltese, ‘Kayıp Kıta Mu’ isimli macerasında, volkanik bir okyanus adasında, eski bir tapınağın koruyucusu olan yerliler tarafından kaçırılan bir kadını ararken, yaşlı bir yerli rahip ile karşılaşır.

Haberin Devamı

Esasen nasıl çıkacağını bilmediği bir labirentin içindedir.
Rahip, labirentte ne aradığını sorar.
Corto da benim gibi çok konuşmayı sevmez, kurduğu cümleler hep kısadır.
Bu yüzden çok eleştirilmişliğim vardır benim de.
“Söyleyecek bir sözün yok mu” sorusuyla, “Adın ne” sorusundan daha çok karşılaştığımı bile iddia edebilirim.
Kısa konuşmak, söz bulamamaktan değil, söyleyeceğin sözün başının sonunun belli olması endişesini taşımaktan kaynaklanır aslında.
Gustave Flaubert, “Olgunlaşmamış bir cümleyi alelacele söylemektense, it gibi gebereyim daha iyi” demiş, Corto da ondan ilham almıştır sanki.
Kısaca yanıtlar rahibi: “Bir kadını.”
Rahip, başını düşünceli düşünceli sallar, o da kısa konuşanlar ailesindendir: “Her kadın bir labirent değil midir zaten?”
Böyle bir cümle kurmak için, bilinmeyen bir adada, Indina Jones filmlerindeki gibi artık hiç hatırlanmayan gizli kalmış bir medeniyetin, bilge bir rahibi olmak gerekmiyor tabii.
Genel geçer bir düşünce bu, bütün kadınları kapsayan bir genelleme.
“Her genelleme gibi hatalı” diyeceğim ama bu yaptığım da bir genelleme olacak, korkarım ki!
Rahip ile polemiğe girmekten bu nedenle vazgeçtim. Onun dediğini doğru varsayalım, bakalım nereye varabileceğiz.
Çocukluğunuzda tatil kitaplarında, çocuk dergilerinde çokça rastladığınız labirent bulmacalardan çözmüş olmalısınız.
Labirentin içinde saklanan “şeyi” bulabilmeniz için yapmanız gereken ilk iş doğru girişi bulmaktır.
Kadınlar da eğer gerçekten birer labirent iseler, kalplerine ulaşabilmek için meseleye nereden giriş yaptığınız önemli olmalı.
Anketlere inanacak olursanız, kadınlar da tıpkı erkekler gibi “gerçek aşkı” ararlar.
Anketlerde bu sonucun çıktığı ile ilgili haberleri okurken tebessüm ederim, kahkaha atmak ayıp kaçabileceği için!
Türkiye’nin en büyük dergi grubunu yönetiyorum ve haftalık, aylık, iki aylık, dört aylık periyotlarla yayınlanan yaklaşık 8 dergimiz var, o dergilerde genç güzel kadınlar ile yapılmış söyleşiler yayımlanıyor.
İşim gereği hemen hepsini okuyorum, muhabirler “Bir erkekten beklediğin nedir” gibisinden sorular soruyorlar.
Kimse yakışıklı olsun, zengin olsun, bana değerli mücevherler alsın demiyor: “Saf bir aşkla beni sevsin yeter” diye genelleyebileceğimiz bir yanıt alıyorlar.
Okurken onlara hak da veriyorum tabii: Kim kamuoyunun önüne çıkıp, “Bana âşık olması gerekmez, zengin olsun, karnındaki kaslar six pack olsun” diye bir yanıt verebilir ki?
Veremez çünkü bunun doğru bir şey olmadığı öğretildi bizlere.
Romanlardan, filmlerden, popüler kültürü üreten tüm aygıtlardan bu pompalandı.
Ama gerçek hayatın böyle olmadığını öğrenmemiz için çok da yaşlanmamız gerekmiyor.
Sonuç olarak bu toplumun “İki çıplak bir hamama yakışır” diye bir atasözü de var, “zengin koca-sevgili” arayanları nasıl eleştirebiliriz ki?
Yine lafı uzattım, az konuşuyorum ama yazarken parmaklarım harflerin üzerinde uçuşup duruyor, kusura bakmayın.
Kırklı yaşlarına gelmiş, henüz kalbinin sahibini bulamamış, bulduğunu sanmış ama sonra yanıldığını anlayıp ayrılmış kadın ve erkek arkadaşlarım var.
Hepsi kendilerini bir labirentin içinde kaybetmiş gibiler.
Hayatlarının aşkını arıyorlar ama bir türlü de bulamıyorlar.
Üstelik bu arayış içinde olanların bazıları birbirlerini de tanıyorlar ama nedense o iki arayış, labirentin bir köşesinde birbiriyle buluşamıyor bir türlü.
“Bak Merve de yalnız”, “Kaan’ı neden düşünmüyorsun” gibi sorular sorduğumda da benzer yanıtlarla karşılaşıyorum: “Amaaann!”
Herkesin “mükemmel kadın” ya da “mükemmel erkek” anlayışı farklı ve herkes sadece dış görünüşe bakıp karar veriyor esasen.
Oysa önyargısız olarak bir-iki kere yemeğe çıksalar, biraz vakit geçirseler, birlikte bir konser dinleseler, galeri gezseler belki de aradıklarını bulacaklar, ama bir türlü de yapamıyorlar.
“Benden geçti artık, arasam da gerçek aşkı bulamam” düşüncesinin esiri olmuşlar, öylece yaşayıp gitmeye razı oluyorlar.
Cioran’ın “Özgür olduğumu duyumsuyorum ama özgür olmadığımı biliyorum” sözüyle anlatmaya çalıştığı bir ruh hali içindeler.
Yaşamı ve evreni kendi isteklerine göre düzenlemeye çalışıyorlar ama kafalarını bu yolculuk sırasında bir-iki kere taşa vurdular diye, sıkılıp, kadere teslim olmayı seçiyorlar.
“Hata” yapmaktan korkuyorlar ama sadece ölülerin hata yapmayacağını, çünkü onların zaten hiçbir şey yapamayacağını unutuyorlar. (Bu vesileyle Behice Boran’ı da bir kez daha saygıyla anayım, bu sözü ilk kez onun bir konuşmasında duymuştum.)
Heather McElhatton’un “sıra dışı” diye niteleyebileceğim bir romanı var: ‘Şahane Hatalar’. (April Yayınları, Çeviren: Dilek Berilgen Cenkciler)
Romanı okurken, aslında kendiniz yazıyorsunuz gibi oluyor. Her bölümün sonunda kahramanın önüne iki seçenek çıkıyor. Hangi seçeneği tercih ederseniz ona göre bir başka bölüme geçiyorsunuz.
Seçimlerinizin hatalı mı, doğru mu olduğunu elbette sonradan fark ediyorsunuz, gerçek hayat da böyle değil midir zaten?
Bazen hata yaptığınızı zannettiğiniz bir hareketinizin çok daha sonra aslında en doğru seçim olduğunu da görmüyor musunuz?
Ya da tersi çıkmıyor mu, doğru seçim yaptığınızı zannettiğiniz ama çok sonra bunun büyük bir hata olduğunu gördüğünüz olmuyor mu?
Artık rahibe bir yanıt yetiştirebilirim sanıyorum: Bir kadını ararken bir labirentin içinde kaybolmak hiç de kötü bir şey değildir.
O yolculuk sırasında yaşayacağın heyecan, bazen ulaşmak istediğin yerin sana vereceğinden bile fazla olabilir.
Aşkı aramak için yola çıkmaktan daha heyecan verici bir yolculuk zaten olabilir mi?

Yazarın Tüm Yazıları