Verimli bir gün

Emin ÇÖLAŞAN
Haberin Devamı

Sevgili okuyucularım, dün ‘‘gazetecilik’’ açısından son derece verimli bir gün yaşadım. Böylesine yoğun ve ilginç bir gün yaşamak her gazeteciye nasip olmaz.

Sabah 10.00 dolaylarında telefon çaldı. Tatlı bir kadın sesi, ‘‘Günaydın Emin Bey’’ dedi. Önce tanıyamadım...

‘‘Ah canım, ben Tansu Çiller...’’

Çok mutluydu. Hal hatır sorduktan sonra anlatmaya başladı:

‘‘Özer'le çok düşündük. Amerika'daki bütün mal varlığımızı satmaya ve gelirini Türkiye'de hayır işlerine harcamaya karar verdik. Bu satıştan yaklaşık 6 milyon dolar bekliyoruz. Ayrıca Kuşadası çiftliğini de satıp parasıyla bir düşkünler evi kuracağız. Bunu ilk olarak size açıklıyorum. Ne dersiniz?..’’

Çok olumlu karşıladığımı söyledim, kendisine teşekkür ettim. Bunu yaptıkları takdirde şaibeden kurtulacağını kendisine anlattım. Ablam devam etti:

‘‘Refah'la kurduğumuz hükümet beni çok yıpratmıştı. Bundan sonra irticaya karşı gerçek kimliğimle mücadele vereceğim. Bu konuda oy avcılığı yapmaktan da vazgeçtim. Ayrıca yolsuzluklarım konusunda direnmeyeceğim. Yüce Divan'da yargılanmak istiyorum...’’

Kendisini kutladım. Acaba bu önemli açıklamaları onun ağzından yazabilir miydim?.. İzin verdi, yazmamı istedi.

* * *

Dün saat 11.30'da Necmettin Erbakan'la buluşacaktık. Bir buket çiçek yaptırıp Balgat'taki evine gittim. Kapıda ayakkabılarımı çıkarıp terlik verdiler. İçeri girince soldaki küçük odaya alındım. Çalışma odasıydı.

Şimdi belki inanmayacaksınız ama duvarda kocaman bir Atatürk resmi asılıydı.

Şaşırdığımı hocam da fark etti...

‘‘Atatürk'ün büyük bir insan olduğunu biz hep bildik. Belki bu fikrimizi kamuoyu önünde yeterince söyleyemedik. Bizim eksiğimizdi. Şimdi Fazilet Partisi çatısı altında bu hatamızdan döneceğiz...’’

Kendisine sordum:

‘‘Peki hocam, bunları niçin daha önce söylemediniz?..’’

‘‘Bakınız muhterem kardeşim, masamda Atatürk'le ilgili kitapları görüyorsunuz. Anayasa Mahkemesi bizi kapatıncaya kadar, ben yoğun bir çalışma içindeydim. Bazı konulara zaman ayıramıyordum. Parti kapanıp genel başkanlığım ve milletvekilliğim sona erince, Mustafa Kemal Paşa'yı okumaya başladım ve gördüm ki, gerçekten büyük adamdır. Büyük kahramandır. Yapmış olduğu devrimler sayesinde Türkiye kendini kurtarmıştır...’’

‘‘İyi de hocam, siz bu lafları kamuoyu önünde de söyleyebilir misiniz? Yoksa bana özel olarak ve yazılmamak koşuluyla mı anlatıyorsunuz?..’’

‘‘Hayır, yazabilirsiniz. İnsanlar hatalarını anlayabilmelidir. Allah'ın izniyle milletimiz bundan sonra karşısında yepyeni bir Fazilet Partisi ve yepyeni bir Necmettin Erbakan görecektir...’’

Gerçekten şaşırmıştım. Hocama duyduğum saygı bir kat daha artmıştı. Biraz daha lafladıktan sonra elini öptüm, iznini aldım.

* * *

Saat 13.00 olmuştu. Gazeteye geldim. Tam bu yazıyı yazmaya başlamıştım ki Bülent Ecevit aradı. Konuşmamızı özetleyerek banttan veriyorum:

‘‘Sayın Çölaşan saygılarımı sunarım.’’

‘‘Efendim ben de size saygılarımı ve ayrıca kaygılarımı sunarım.’’

‘‘Niçin? Kaygınız mı var?’’

‘‘Bu Fethullah vaziyetinden kaygım var efendim. Biraz fazla yaklaşmadınız mı?’’

‘‘Ama kendisi çok değerli bir din ve devlet adamıdır. Bugün bir seçim olsa, DSP'ye 100 bin oy getirse, demokratik sol mücadelemize katkıda bulunsa, fena mı olur?’’

‘‘Valla çok iyi olur! Peki bu duruma Rahşan Hanım ne diyorlar?’’

‘‘Bakın, ilk kez size açıklıyorum. Rahşan siyaseti bırakıyor. Bu işlerden bıktı. Bundan sonra hiçbir şeye karışmayacak ve sadece evinin kadını olacak. Partiden de elini eteğini çekmeye karar verdi. Adayları bile o değil, ben seçeceğim.’’

‘‘Bu kararda sizin rolünüz oldu mu efendim?’’

‘‘O konuda yorum yapmak istemiyorum ama artık Rahşan'sız siyaset yapacağımı yazabilirsiniz. Ohhh, dünyaya yeniden gelmiş gibiyim...’’

Vay be, inanılmaz bir şeydi. Dün, benim açımdan büyük gündü. Her yerden petrol fışkırıyordu.

* * *

İçimden Mesut Yılmaz'ı da aramak geldi. Böylesine şanslı bir günümde belki onun da ağzından çarpıcı bir şeyler alabilirdim. Aradım. Toplantıda olduğunu söylediler. Yarım saat sonra Başbakan beni aradı. Hal hatır faslından sonra aklımdaki ‘‘şok’’ soruyu kendisine sordum. Yine teypten veriyorum:

‘‘Ne olacak bu memleketin hali Sayın Yılmaz?..’’

Ahizede ses yok!.. Uzun bir sessizlik!..

‘‘Alooo, aloooo...’’

Yine ses yok! Beklemeye devam ediyorum. Kapatsam, koskoca başbakana ayıp olacak. On dakika kadar sonra telefonda benim halaoğlu Hüsam'ın sesini duydum:

‘‘Sorduğun soru çok güzel ve anlamlıydı. Ben şimdi Sayın Yılmaz'ın yanındayım. Başbakan, sözlerini teybe alırsın endişesiyle, sesli yanıt vermek istemiyor...’’

‘‘Eeeee, ben ne yapayım şimdi?..’’

‘‘Sorunun yanıtını şimdi karşımda sessiz film oynatarak veriyor. İşaretlerimi sen ona anlat, benim ağzımdan duymuş olmasın. Sonra zor durumda kalırım diyor.’’

‘‘Yani ne diyor?’’

‘‘El kol işaretlerinden anladığım kadarıyla, bu memlekette hiçbir şey düzelmez. Her şey eski hamam eski tas devam eder diyor.’’

‘‘Hüsam abi, nasıl anladın öyle dediğini?’’

‘‘Peştemala sarındı. Sanki hamamda yıkanıyormuş gibi oldu. Tası alıp başından aşağı su döküyormuş gibi yapıyor. Bunun anlamı başka ne olabilir ki? Ben onun dilinden iyi anlarım.’’

* * *

Bir günde tam beş genel başkanla konuşmuş, hepsinden ‘‘şok açıklamalar’’ almayı başarmıştım.

Sevgili okuyucularım, bu 1 Nisan gününde size çarpıcı bir gazetecilik olayı sunduğum için mutluyum, gururluyum!













Yazarın Tüm Yazıları