Paulo Coelho’nun sinirlerini asansörde nasıl bozdum

Bütün haşmetiyle sürmekte olan Cannes Film Festivali’ne gidecek, 24 saat star hayatı süreceğim. Program basit: Gidilecek, görülecek, dönülecek.

yemek-mutfak

ağırlama-sofra

adres-mekan

içki-sigar *

mey-meyhane

lokanta-bar

çay-kahve

ev-dekorasyon

tasarım *

düzenleme

çiçek-bahçe

televizyon

haber-dizi

tatil-gezi-şehir

otel-spa-sağlık

yoga-reiki

kişisel gelişim

güzellik-makyaj

moda-alışveriş

sinema-tiyatro *

edebiyat

insan-portre *

Şeytanın ayrıntıda gizli olduğu yaşayarak öğrenilecek.

Ne olduysa uçaktan iner inmez oldu. Kapının önünde ellerinde harika çiçek buketleriyle bekleyen iki mankenimsi, bizi Cannes’daki otelimize götürecek son model kara camlı arabalara bindirdi ve kikirdeyerek festivalimizin şenlikli geçmesini diledi. Yarı şaşkın yarı ne oldum budalası, Nice - Cannes arasındaki yolu yarım saatte aldık ve kapısı paparazzi kaynayan Martinez Oteli’nin önünde durduk.

İyi bir otelde kalmayı bekliyordum da festivale katılan ünlülere tahsis edilen Martinez’de? Ne yalan, hayır.

Tepeden tırnağa sırma püskül kuşanmış kapı görevlileri arabamızın kapılarını açtı ve aynı anda bağırtılar eşliğinde flaşlar patladı. Bir saniyeliğine, o kadar. Gelenlerin biz sıradan faniler olduğu, bariyelerin arkasında kan ter içinde bekleşen şipşakçı tayfası tarafından şıpın işi anlaşılınca ilgi o kadar sürdü.

Odalara geçene kadar Chivas Lounge’a gidelim, dedi 24 saat boyunca bizimle ilgilenecek Jane.

Asansöre doğru seğirtirken aaa bir de baktım, önümüz sıra yürüyen tanıdık bir yüz. Hemen Banu’yu dürterek ve ağzımı büzerek Paulo Coelho dedim. Banu henüz dudak okumayı öğrenemediğinden doğal olarak ense kökünde bırakılmış bir tutam beyaz kuyruğu ve yanında süklüm çıtırıyla siyahlara bürünmüş bu geçkince adamın kim olduğunu çıkaramadı. Ona söyleyemeden asansör geldi, bindik ve ikinci katın düğmesine basmak isterken Simyacı yazarının akıllara ziyan uyarısıyla kalakaldık. Bozuk bir Fransızca’yla, ben sizden önce bindim o yüzden önce benim katıma çıkmamız gerek, dedi. Brezilya’da böyle bir asansör kültürü mü var diye sordum. Sesimdeki istihzayı sevmemiş olacak ki bu yaptığınız terbiyesizlik diye söylenmeye başladı ama gideceği katın düğmesine de basmadı.

Söylediklerini tercüme edince Banu öyle bir fesuphanallah çekti ki, sinirimiz oynadı gülmeye başladık ve ertesi gün karşılaştığımızda bize kötü bakışlar atmasından, şarkı sözü yazarlığından romancılığa terfi eden bu kibirli beyefendinin de sinirlerini oynattığımızı anladık.

KRAVITZ VE ALMADOVAR TAMAM JEAN RENO’YA RASTLAYAMADIK

Chivas Lounge; davetlilere tahsis ettikleri beyaz döşeli, içinde bir makyöz, bir kuaför, Paris’ten gelen Coco adlı komik mi komik bir stilistin amade beklediği ve Lanvin, Ungaro, Balenciaga tuvaletleri, Leboutin, Genny, Choo stilettoları, envai çeşit gece çantası ve pırıltılı takılarla dolu bir gardırobun isteyenlerin kullanımına sunulduğu bir süit.

Gece kokteyl ve yemek, ardından da smokinle gece elbisesi giymenin zorunlu olduğu kırmızı halı geçidi var ya, olur da gelenler abiye kıyafetler getirmezler diye böyle bir kolaylık düşünülmüş.

Elbisemiz var hamdolsun, ama kadınlık hali işte, odaya adım atar atmaz gardıroba daldık. Her parça harika, gel gör ki hepsi daha doğrusu en büyüğü 38 beden. Ayakkabılar ise 38’den başlayıp kırkları aşıyor. Bu ne demek? Kırmızı halıya çıkacaksan kırmızı halıya çıkanlar gibi olacaksın demek. Resmen çöktük.

Bu arada otelde kalan ünlüleri sordum: O gün konaklayanlar arasında Monica Belluci, Sophie Marceau, Lenny Kravitz, Eva Longoria, Mariah Carrey, Penelope Cruz, Jean Reno, Pedro Almadovar gibi onlarca isim saydılar ve terasa çıkarsak bu rahvan öğle saatlerinde hemen hepsiyle karşılaşacağımızı söylediler.

Şansımız yaver gitti tıklım terasa adım attığımız anda en lojistik masa boşaldı. Kim geldi kim gitti diye gözü girişe de dikmek gerekmiyor, çünkü biri otele adım atmaya görsün kapıda bekleşenlerden çığlıklar yükseliyor. Bizim payımıza Monica Belluci, Sophie Marceau ve Mariah Carrey düştü. Gece geç saatlerde kumsaldaki partiden çıktığımızda Lenny Kravitz ve Pedro Almadovar ile de karşılaştık ama bütün dualarımıza karşın Jean Reno’ya rastlamadık.

La Palme d’or daki yemek harikaydı.

Kırmızı halı ondan da harika.

Böyle şaşaalı, böyle göz kamaştıran ve her şeyden öte böyle tıkır tıkır işleyen başka bir organizasyon görmedim.

Christian Lacroix imzalı viski şişesi

Chivas Brothers, Fransa’nın İspanya sınırına yakın Arles kentinde doğan ve moda dünyasına adım attığı ilk günden bu yana koleksiyonlarına doğup büyüdüğü toprakların renklerini taşıyan Christian Lacroix’dan, dünyanın en çok tüketilen lüks viskisi 12 yıllık Chivas için şişe tasarlamasını istemiş. 15 bin şişelik bu kısıtlı üretim teklifini Lacroix memnuniyetle kabul etmiş. Hikayenin nasıl geliştiğini, Cannes açıklarında bir yatta seyrederken 17 yıldan bu yana Lacroix’nın sağ kolu olan Sacha Walkhoff ile Chivas Regal küresel marka yöneticisi Sophie Gallois’dan dinledim. Modacı için Chivas sözcüğü teklifi kabul etmesi için yetmiş de artmış. Konuklarına Chivas sunan işkadını annesi, buram buram yasemin kokan çocukluk geceleri derken ortaya üzerinde Lacroix tutkunlarının bir görüşte tanıyacağı gümüş bir şişe çıkmış. Satın alanların kıyıp atamayacağı, Sophie’nin dediği gibi ya abajur altı ya vazo olarak kullanacakları şık bir şişe. Ucuz değil. 125 pound. Ekimde piyasada.

Ang Lee ile göz göze geliyoruz, yüzündeki gülümseme yeni doğum yapan kadınlarınkine benziyor

Festivalin yarışmalı bölümünde Ang Lee’nin ilk kez seyirci karşısına çıkacak son filmi Taking Woodstock’ı izlemek için salona doğru ağır ağır yürüyoruz. Bu arada flaşlar patlıyor, dizlerim titriyor, yüzüme sahte bir gülücük siniyor. İçeri giriyor, yerlerimize oturtuluyor ve beyazperdede kırmızı halıdan geçerek salona gelmekte olanları izlemeye başlıyoruz. Ne zaman ki perdede Ang Lee ve ekibi görünüyor, lebalep dolu salon alkıştan yıkılmaya başlıyor. Ama coşkunun sürüp sürmeyeceği belli değil. Her film alkışlanacak diye bir kural olmadığını ıslıklanan filmlerin de olduğunu biliyorum. Işıklar kararıyor ve hayranı olduğum yönetmenin son filminin ilk gösterimi başlıyor. Bir zamanlar dünyayı değiştirdiğine ve her şeyin değişebileceğine inanan safdil bir kuşağın, seks, uyuşturucu ve rock and roll’le özdeşleşmiş hikayesi bu. Woodstock’ın gerçek hikayesi. Hepimizin hafızasına kazılı bu ünlü konserin Amerika’nın gözden uzak olduğu kadar gönülden de ırak bir kasabasında, anne ve babasıyla motel işleten Patrick Furgit’in başının altından çıktığını bilmezdim. Film eleştirmeni değilim, kimi zaman sarktığını, en azından benim için yönetmenin insanı afallatan filmlerinden biri olmadığını düşündüğüm Taking Woodstock’ı gene de çok seviyorum. Film bitiyor.

Işıklar yanıyor.

Alkışlar... Alkışlar...

Bir an için Ang Lee ile göz göze geliyoruz.

Yüzündeki gülümseme doğum yapan kadınların çocuklarını kucaklarına aldıkları anda yüzlerinde beliren gülümseme gibi.

Kendinden memnun ama endişeli.
Yazarın Tüm Yazıları