Olur ya yolunuz düşerse diye: Veneta Friuli Guilia

Çoğu kez, "kimin yolu oraya düşecek ki" mantığıyla yazmadan geçtiğim yerler için okurlardan tepki alıyorum. Gezip gördüğünüzü yazıyorsunuz, tamam ama yediğiniz içtiğiniz de size kalmasın, ilginç mekanların adreslerini verin mealinde tepkiler.

Uzun bayram tatilinde güzergahı İtalya’nın bu kuzeydoğu bölgesinden geçecek olanlar var mıdır bilemiyorum ama olur da yolu oraya düşenler olursa diye işte üç günlük geziden arda kalanlar...

Baş ve en büyük kenti Trieste olan Veneta Friuli Guilia bölgesine eğer kara yolu ile gidilmeyecekse, en kestirme yol kuşkusuz uçakla Lublijana’ya gitmek ve oradan otomobille devam etmek. Çünkü Lublijana-Trieste arası hepi topu yarım saat. Gel gör ki THY’nın İstanbul-Lublijana seferini yakalamak bir mesele... Uçak sabahın beşinde. Diğer seçenek ise, insani bir saatte havalanan Venedik uçağına binmek ve yarım saat yerine bir buçuk-iki saatlik bir yolculuğu göze alıp Trieste’ye gitmek. Biz öyle yaptık. Son zamanlarda sık sık gecikme yapan THY bu kez tam saatinde havalandı ve iki buçuk saatlik bir uçuştan sonra Venedik Marco Polo havalimanına indi.

Programımız yüklü. Valizlerimizi, arkasında çektiği küçük konteynıra yerleştirdiğimiz minibüsümüze binecek ve Passariano’ya gideceğiz. Öğle yemeği şu anda bölgenin en önemli Çağdaş Sanat Merkezi olan Villa Manin’de. Venedikli bir beyzadenin çiftlik evi olarak kurulmuş saray, Rönesans mimarisinin bütün ihtişamıyla büyük bir parkın içinde yükseliyor. Giriş yolunun iki yanında yer alan arkadların sol tarafında bulunan Ristorante Del Dodge ise gerek sardunyalı terası, gerek büyük davetlere ev sahipliği yaptığı içerideki masa sayısından anlaşılan uzun salonuyla, belli ki bölgenin en şık lokantalarından biri. Hava öyle ılık, öyle güzel ki masamızı dışarıda hazırlamış olmalarına seviniyor, gelişimizden biraz önce açılıp havalandırılmış Bertiolo bölgesinin kırmızı Cabarnet Sauvignon’unu kadehlerimize boşaltıp bize bu güzel yolculuğu hazırlayan Nil Adula ve Papa’nın şerefine içiyoruz.

Giriş yemeği harika, ana yemek olarak gelen risotto, "eğer bu gerçek risotto ise bizim oralarda yediğimiz ne ola ki" dedirten cinsten, tatlı eh. Yemekten sonra Villa Manin’in halkla ilişkiler müdiresi ile buluşuyor ve şu anda Tayvan’dan Kore’ye tanımadığım yüzlerce ressamın ve Jeff Koons gibi önemli imzaların sergilendiği salonunu geziyoruz. Daha sonra, Villa Manin’de 29 Ekim’den 2007’nin 25 Mart’ına kadar sürecek; içinde Hüseyin Çağlayan’dan Haluk Akakçe’ye Gülsum Karamustafa’dan Hatice Güleryüz’e on yedi çağdaş Türk sanatçısının yer aldığı bir sergi açılacağını duyup seviniyoruz. Biraz koşar adım, biraz soluk soluğa sarayı, sergiyi ve içinde heykellerin sergilendiği bilmem kaç hektar bakımlı bahçeyi gezdik.

1000 YILDA BİTEN BAZİLİKA

Şimdi istikamet, yapımına dördüncü yüzyılda başlanıp, savaş gibi doğal olmayan ya da deprem gibi doğal afetler yüzünden hasar gördükçe onarımına devam edilen; son çivisi ancak ondördüncü yüzyılda çakılan, dolayısıyla da on yüzyılın farklı mimari anlayışını bünyesinde barındıran, zemin seramikleri ise bizim Antakya müzesini aratmayan Aqueileia Bazilikası. Çevredeki Roma kalıntılarının ortasında yükselen Bazilika, tam da söz ettiğim on asırlık serüveninden ötürü görülmesi gereken yerlerden.

Akşam, yorgun bir halde Trieste’ye vardık. Otelimizin adı afili mi afili: Hotel Savoia Exelsior. Ama ne yalan, ışıl ışıl Trieste limanına tepeden bakan balkonlarını ve dış cephesinin göz alıcılığını bir yana bırakırsak, kendisi de tıpkı yüzlerindeki mağrur ifadeye ve dik duruşlarına rağmen üzerlerindeki tozu silkip atamayan; bu günün dünyasında yerleri olmadığını düşünüp geçmişin güzel günlerini hatırlayarak yaşayan imparatorluk ardılı asilzadeler gibi: Hüzünlü ama haşmetli.

Akşam yemeğini, geçen haftaki yazıyı süsleyen, Atlas dergisi editörlerinden sevgili Gökhan Tan’ın çektiği fotoğraftaki ışıl ışıl meydanda yedik. Bütün küçük şehirlerin büyük meydanlarında köşe başını tutan lokantalarda olduğu gibi, bizim lokantanın da konumu şahane, yemekleri eh işte idi.

Sabah pusu kalkmadan kalktık ve yaya olarak şehri dolaşmaya başladık. Trieste, bilindiği gibi Svevo’nun ve Joyce’un şehri. Hemen her kitapçının vitrinini bu iki devin kitapları süslüyor. Gerçek boyutlarda yapıldığını düşündüğüm heykeli ile Joyce, başında fötrü, gözünde tel çerçeveli gözlüğü ve kolunun altına sıkıştırdığı kitabıyla kanala bakan dar kaldırımda yürüyor. Svevo ise parasızlıktan sık sık ev değiştirmek zorunda kalan bu çilekeş meslektaşını şehrin tepelerinden birinde yer alan büstü ile yukarıdan süzüyor. Benim aklıma ise nedense habire Tezer Özlü’nün adı düşüyor. O değil miydi, sevdiği üç yazarın peşi sıra onların yaşadıkları şehre giden ve Trieste’yi adım adım Svevo önderliğinde gezen?

SON GÜN TAKATİMİZ KALMADI

Öğleden sonra Dolmabahçe Sarayı ile aynı tarihte yapılmış Miramar Şatosunu gezdik. Ben şatodan çok, şatoyu çevreleyen botanik bahçesine hayran kaldım. Ama siz bana bakmayın. Hele ki el emeği göz nuru yaptırttığı şatosunda bir buçuk yıl oturabilen ve Meksika İmparatoru olarak gittiği Meksika’da suikasta kurban giden Ferdinand ile, kocasının ölümü üzerine delirip ölene kadar divane gezen Charlotte gibi kahramanlara düşkünseniz Miramar’a mutlaka gidin.

Akşam konaklamak için ortasından duvar değil ama sınır geçtiği için bölgenin Berlin’i olarak adlandırılan Grozia’ya gitmeden yol üzerindeki Palmanova’ya uğrayacak, geçen hafta sözünü ettiğim Avrupa’da Türkler sergilerini gezeceğiz.

Gezinin üçüncü günü, bölgedeki en büyük bağlardan biri olan Livio FellugabBağlarını ziyarete ve ünlü Tokay şaraplarının tadımına ayrılmış. Yemek de aynı yerde. Yörenin kırk yıllık şarap tadım evini, sahibesinin ölümünden sonra bir Çinli’nin alarak Çin Lokantası yapmak istemesi üzerine Felluga ailesinin devraldığı küçük Osteria’da. En iyi öğünlerimizden birini burada yedik ve yolumuza devam ettik.

Akşam bölgenin ikinci büyük şehri Udine’deyiz. Şu anda sergisinin Pera Müzesi’nde devam etmekte olan ünlü mimar d’Aronco’nun da doğduğu şehirde. Gel gör ki hiç birimizde şehri gezecek takat yok gibi. Ünlü bir sanat tarihi profesörü olan Sinyora Antonicci’nin anlattıklarını dinlemeye çalışıyor ama bulduğumuz ilk heykel kaidesine, kaldırım kenarına, merdiven basamağına oturuyoruz. Ve sessiz bir anlaşmayla Udine’nin keyfini çıkarmayı başka bir sefere bırakıyoruz.

Biraz da şarap dedikodusu...

Bölgenin en iddialı olduğu şaraplar genellikle beyaz. Ama Cabarnet Sauvignon ve Pinot Noir kırmızılar da var. Bölge bu günlerde büyük telaş içinde. Macaristan’ın gelecek yıl Avrupa Birliği’ne tam üye olması nedeniyle on üçüncü yüz yıldan beri Tokay üzümlerinden yaptıkları şarapların adını değiştirmeleri gerekiyor. Oysa hemen hemen bütün tarihi belgeler, üzümlerin anavatanının bu bölge olduğunu ve on üçüncü yüzyılda bir rahip tarafından Macaristan’a götürüldüğünü söylüyor(muş). Üstelik bugün Macaristan’da üretilen Tokay şaraplarının Tokay üzümlerinden üretilmediği de biliniyor. Ama yapacak bir şey yok. Kalem kırılmış, karar alınmış. Macaristan’la özdeşleşmiş Tokay, bundan böyle sadece Macar olacak ve İtalyanlar gözbebekleri şaraplarına ister istemez başka bir ad bulacak.

Villa Manin: 0039 432 90 66 57 Ristorante Del Dodge: 0039 432 904 829 Hotel Savoia Exelsior: 0039 403 57 77 Osteria Con Allogio: 00 39 481 60 28
Yazarın Tüm Yazıları