Ole!..

Mümtaz SOYSAL
Haberin Devamı

Maç hastaları bilir: Takımlardan biri birkaç gol yiyip oyun kontrolünü kaçırınca, öbür takım kısa paslarla tribün eğlendirmeye başlar. Top ayakta tutulur, rakip oyuncu yaklaşınca arkadaşa aktarılır; o da aynı şeyi yaparak başkasına verir ve böylece dakikalar geçer.

Boğa güreşine benzer bir yanı vardır bunun. Yenik taraf kızdıkça kızar, topu yeniden kapma umuduyla azgın boğalar gibi saldırır; galip takım ise matadorlar kadar kibirli ve küstahtır. Taraftar, sanki arenaların İspanyol seyircisidir artık: Her defasında ‘‘Ole!..’’ diye bağırıp keyiflenir.

Mahkûm oynayan takımı tutmaktaysanız, bundan daha kahredici bir şey olamaz.

Şu sırada Türkiye'yi yönetmekte olanların Batı dünyasıyla ilişkilerde halka bu kahrı çektirmeye hakları yoktu.

Ama, ne yazık ki, son haftalarda yaşananlar maçlardaki ‘‘Ole!..’’ oyunundan farklı olmadı. Oysa, topun gidiş gelişine kapılıp şaşırmadan, daha akıllıca bir oyun tutturulabilirdi.

Resmi açıklamalara ve hatta basındaki bazı yorumlara bakılırsa, şaşkınlık söz konusu değildir; tam tersine, Avrupa'ya rest çekilmiştir. Ama, asıl rest çekenin Avrupa olduğu unutulmaktadır: Asla benimsenemeyecek koşulları Ankara'nın önüne koyup ‘‘Ya kabul edersiniz, ya da Avrupa rüyanız biter!’’ demek rest çekmek değildir de nedir?

Bu tutum, Maastricht'ten beri belli değil miydi? Karşımızdakiler, ‘‘Artık çok şey değişti, Ankara antlaşmasının bile anlamı şimdi farklı’’ diyerek geleceğin üyeleri arasında Türkiye'yi saymamaya özen göstermiyorlar mıydı? Türkiye, bu tutum karşısında şöyle bir düşünebilseydi ve alamayacağı topu almaya çabalamak yerine burun kıvırıp kendine çekidüzen vermeye baksaydı, daha iyi olmaz mıydı? Ama, hayır; ‘‘Belki topu bize kaptırırlar da gol atmamızı sağlarlar’’ diyerek Fransız'dan İtalyan'a, İtalyan'dan İngiliz'e, ondan da başkasına umutla koşuşup duruldu. ‘Ole!..’’ seslerini duymadan.

Hepsinin aynı oyunu oynadığı, son karara bir tekinin bile veto koymamış olmasından belli değil midir? Şimdi, ‘‘Bu bize yakınlık gösterdi, o karşı çıktı’’ diyerek, farklı tutumlara girmek, örneğin kimine ihale verip kimine vermemek pek akıllıca bir davranış olmasa gerek. Her durumu ayrı ölçüp biçerek kendi ulusal ekonomik çıkarını kollamak daha akıllıca olmaz mı?

Asıl kahredici ‘‘Ole!..’’ oyunu, Atlantik aşırı uzun paslarla oynandı. Lüksemburg'da söylenenlerin Washington'da da söyleneceği bilinmeliydi: İnsan hakları, demokrasi, Güneydoğu, Kıbrıs... Ayrıca, ‘‘Refah'ı kapatmayın, Zana'yı çıkarın, enerji santrallarını, ihaleleri bize verin!’’ ve yine ‘‘Ole!..’’

Clinton'un karardan bir hafta önce Başbakan Juncker'le görüşmek üzere Lüksemburg'a geldiğini ve Lüksemburg'daki Amerikan Büyükelçisi'nin Kıbrıs Rum asıllı Ekselans Clay Constantinou olduğunu biliyor muydunuz?

Böyle durumlarda, oyuncuların üzerine kızgın boğa gibi gitmek yerine, avut yahut taçla ele geçen top yepyeni bir stratejiyle oyuna sokulamaz mı?

Şöyle bir düşünürseniz, Türkiye'nin önüne müthiş bir fırsat çıkmıştır.

‘‘Sizi de aday listesine koyduk’’ deselerdi çıkmayacak olan bir fırsat: En az on yıl süreyle, dırdır dinlemeden, kendi başına, stratejik planlamayla, ekonomisinden yönetimine kadar her şeyine çekidüzen vermek. Aday olunsaydı, onbeş-yirmi yıl süreyle bunaltılıp emdiğimiz süt burnumuzdan getirilecekti. Oysa, aklını kullanıp on yılda belini doğrultan bir Türkiye, süre sonunda üzerine gelecek olanlarla keyifli bir ‘‘Ole!..’’ oyunu oynayabilir.

Aklı varsa ve kullanabilirse, tabii.

Yazarın Tüm Yazıları