Ne bulutlar, ne de sivrisinekler beni yıldırmadı

Finlandiya’nın batmayan güneşini gördüm!Bu yıl havada leylek değil leylek sürüsü görmüş olmalıyım ki, dur durak bilmedim. Heves kuşunun peşine takılıp çıktığım yolculuklara basın gezileri de eklenince, son iki ayı neredeyse karadan çok havada geçirdim.

Bu kez yolculuk Bodrum sıcağından Kuzey Kutbu’nun yamacına: Kittila’ya. Yani Laponya’nın Finlandiya sınırları içinde kalan cim karnında nokta kasabasına. Yani 73 gün boyunca batmayan güneşin karları erittiği buzul diyarına. Finlandia Votka’nın dünya basını için düzenlediği Gece yarısı güneşi etkinliklerinin ikincisine katılmaya. Program yüklü değil ama yorucu. Münih üzerinden Helsinki’ye uçulacak, orada bir gece konakladıktan sonra Kittila’ya geçilecek, yirmi dört saat süreceği söylenen parti biter bitmez de dönülecek. Dönülmesine dönülecek de, dönüş yolculuğu kim bilir nasıl geçecek? Ama değer mi değer. Böyle bir fırsat olmasa, kim kalkar da yaz ortasında Laponya’ya gider?

Önce ver elini Helsinki.

Helsinki üzerine bulanık da olsa bir fikrim var.

Bir; Jim Jarmush’un New-York, L.A. Paris, Roma ve Helsinki olmak üzere dünyanın beş ayrı kentinde aynı saatte yolcu alan taksi sürücülerini konu eden "A Night on Earth" adlı filmini izledim.

İki; kuzeyin bu sakin şehrini oraya yerleşmiş bir Türk aktöründen dinledim.

Macaristan’da doğup okumak için Finlandiya’ya giden, çoluk çocuğa karışıp oraya yerleşen Can, birlikte çalıştığımız bir Yavuz Özkan filminde çekimler süresince burnunda tüttüğünü söylediği Helsinki’yi anlatıp durmuştu. Benim gibi, kış soğuk dendi mi kaçacak yer bulamayan biri için bu özlemin anlaşılır yanı yoktu ama dinledikçe insan denilen varlığın bin çeşit olduğuna bir kez daha inanmış, nasıl olup da birinin rüyasının diğerinin kabusu olabileceği üzerine kafa patlatmıştım. Değil yerleşmek, kış aylarında gün yüzü görmeyen bu ülkeyi görmek için gitmek bile aklımın ucundan geçmezken...

Sen misin büyük konuşan?

Sekiz saat süren bir yolculuk sonunda Helsinki’ye geldik.

Ve ilk izlenim: Uçtuk uçtuk 60’lı yılların Ankara’sına konduk.

Helsinki Havaalanı, Esenboğa’nın o yıllardaki hali gibi alçakgönüllü, karanlık yüzlü.

Geçtiğimiz caddeler de öyle.

Asık suratlı binalarda bir Ziraat Bankası tavrı, ıssız sokaklarda hüzünlü taşra havası, tek tük gördüğümüz yayalarda ise neden bilmem bir firari edası var.

Koşar adım yürüyorlar. Kış aylarının dondurucu soğuğundan gelme bir alışkanlık olsa gerek.

Şehrin Ankara’ya benzemeyen yanı ise, ormanla çevrili olması ve tek bir gecekonduya bile rastlanmaması.

Otelimiz merkezde yer alan küçük ve iddialı bir tasarım oteli. İçeri girer girmez son yılların modası 60’lara özenilip döşendiğini görecek, iyiden iyiye geçmişe yolculuk yaptığımız duygusuna kapılacağım.

HELSİNKİ’NİN ÖMRÜ İKİ SAATMİŞ

Vakit gece yarısı ama gökyüzü akşam alacası.

İlk kez geldiğimiz ve uzun kalamayacağımız şehri görmek için fazla vaktimiz yok. O yüzden yorgunluğa aldırmadan çıkalım diyor, gidip bir yerlerde oturmak ve eğer varsa kentin gece hayatını görmek istiyoruz.

Grubun başı ve davet sahibi Hüsamettin Bayazıd, otele fazla uzak olmayan tiyatro binasının altındaki bir kahveden söz ediyor. On dakika sonra oradayız.

Çiçeğe kesmiş parkın ortasındaki tiyatro binası otuzlu yıllarda yapılmışa benziyor. Park, hıncahınç dolu. Ama müşteriler Finlilerden çok, gece yarısı güneşini izlemeye gelmiş turistler. Fazla uzatmıyor, otele dönüyoruz.

Ertesi sabah başka bir şehre uyandım.

Güneşle birlikte ortaya çıkan Finlilerin doldurduğu sokaklar, çimenlerinde bikinili kızların sere serpe uzandığı parklar, limana doğru turuncu tentelerle uzanan pazar yeri, kahvelerini yudumlayan ailelerin oturduğu kaldırım kahveleri ile Ankara’dan ziyade herhangi bir kuzey Avrupa başkentine benzeyen bir şehir bu.

İlginç tasarım dükkanlarının yan yana dizildiği ferah caddeleri, galerileri, pasajları ile bambaşka bir şehir.

Ama buraya kadar.

İki saat sonra görülecek yer kalmadı gibi.

Ve nedense içimde Finlilere yönelik müthiş bir acıma hissi.

Kittila’ya gitmek üzere otele dönüyorum.

Helsinki’de yazın bu vaktinde gece olmuyor; güneş batmayı, gün solmayı bilmiyor ama anlaşılan kuzeye, Kittila’ya doğru gittikçe akşam alacası da kalmayacak.

Dünyanın dört bir yanından gelmiş üç yüz küsur gazeteci Kittila’nın küçük ötesi havaalanına indiğimizde buz gibi hava ile karşılıyoruz. Hava bulutlu ve yağış bekleniyor. Bu, "Oraya kadar olan uzun yolculuğu boşuna yaptık. Batmayan güneşi izlemek yerine bulutları seyredeceğiz" anlamına geldiği için ne yalan biraz keyfimiz kaçıyor. Bizim dışımızda bu meseleyi ciddiye alan yok gibi. Çekler, Lehler, Ukraynalılar, hele hele Amerikalılar çocuklar gibi şen. Bağırıyor, çağırıyor şarkı söylüyorlar.

Organizasyon tıkır...

Beyaz kürklere bürünmüş buz kraliçelerini andıran Finlandia Votka çalışanlarının önderliğinde otobüslere doluşuyor, güdük çam ormanlarının arasından geçip ünlü bir kayak merkezi olduğu söylenen Kittila’ya varıyoruz.

Karla kaplı olsa göze şirin gelebilecek bu merkez yılın bu ayında düpedüz çirkin. Hava hálá kapalı.

SİVİRSİNEKLER HÜCUMDA

Gider gitmez dağıtılan ve mutlaka yanımızda getirmemiz söylenen çantayı yüklenip partinin olacağı yere doğru yola çıkıyoruz. Çantada bir rüzgarlık ve sivrisinek ilacı var. Ormana adım atar atmaz çantalarımızı neden yanımızda getirmemiz için ısrar ettiklerini anlıyor, sert esen rüzgara karşın kümeler halinde üzerimize gelen sivrisinek bulutlarını yararak ilerlemeye çalışıyoruz.

Yirmi dakikalık yürüyüş sonunda partinin verildiği geniş alana vardık.

Tahta kulübelerin ve çadırların süslediği geniş alanın düzenlemesi için belli ki uğraşılmış. Her yere papatya ve kır çiçekleri ekilmiş, iri Eskimo kayıklarına buz doldurulup üzerine Finlandia Votka’nın yapımında kullanılan saf buzul suları konmuş, civar köylerde yaşayan yerel giysili Laponlar yanlarında getirdikleri Ren geyikleri ile poza durmuş, şaman sembollerini ince uzun tahtalar üzerine çizen ve resimleri tarih öncesi mağara resimlerine benzeyen bir kadın bir çadırda, fal bakan bir diğeri diğerinde, basın köşesi, modern dans gösterisinin yer aldığı bir başka kulübe, bacası tüten sauna, ortada kuzu çevirme gibi çevrilen geyik etleri, dev somon balıkları ve patates ve havuç ve lahana çeşitleri...

Bir de elbet Finlandia Votka ile yapılan binbir çeşit votka kokteyli.

ÇADIRIN İÇİNDEN SAHNE ÇIKTI

Manzara nefis.

Çağıl çağıl bir nehir ve göz alabildiğine ormanla kaplı tepeler.

Güneş, bulutların arasında bir görünüp bir kayboluyor. Nehrin üzerinde gece yarısı tutuşturulacak tahta kuleler var. Bunun bir İskandinav geleneği olduğunu 21 Haziran’da gün-gece eşitlendiğinde sadece Finlandiya’da değil, diğer bütün kuzey ülkelerinde de ateşler yakılıp yeni yılın iyilikler getirmesi için dilekler tutulduğunu anlatıyorlar.

Bunun İskandinav’dan çok bizdeki Nevruz gibi bir Pagan geleneği olduğunu düşünüyorum.

Kutlama alanının ortasında diğerlerine benzemeyen dev bir çadır yükseliyor. Yemekten sonra üzerindeki tente açılacak ve içindeki gizem ortaya çıkacak. Öyle bir hava...

Açıldı da! Koca bir sahne ve buzdan yapılmış upuzun bir barın bulunduğu bu şeffaf çadırda çok saat geçirdik.

Finli orkestraların çaldığı müzikle kendilerinden geçen çakırkeyif Rusların nasıl olup da düşmeden dans edebildiklerine şaşırıp, dünyanın dört bir yanından gelen ödüllü barmenlerin şov yaparak hazırladıkları kokteylleri içtik.

Sonra gece yarısı oldu. Nehir ateşe durdu.

Şamanlar gizli dualarımızı duymuş da olaya el koymuşlar gibi, tam o an dağılan bulutların arasından güneş çıktı... Batmadı.

Sibelius’un müziği dünyanın bu belki de en temiz coğrafyasında yankılanırken yedi düvelden gelen beş yüz kişi bu büyülü müzik eşliğinde hayatlarında belki bir daha göremeyecekleri bir mucizeye tanık oldu.

Ve dünyanın en arı suyuyla damıtıldığı, en iri arpalarıyla yapıldığı en az katkı maddesi barındırdığı söylenen Finlandia Votka’yı böyle bir etkinlik düzenlediği için ayakta alkışladı.

ALIŞVERİŞ NOTLARI

Finlandiya oldukça pahalı ve 20 yıl öncesinin modasını sürdürmekte ısrarlı. O yüzden alışveriş hevesine kapılmamalı ve alınacaksa, kuzey tasarımının iyi örneklerinden alınmalı.

Şehir merkezinde hemen her yerde karşınıza çıkan, bardaktan bibloya türlü tasarım eşyaları satan cam dükkanları çok özel ve çok güzel.

Saat düşkünleri için başka yerde bulunamayacak saatler var. Sarpaneva kuşkusuz en iyisi.

En akılcı alışveriş, somon yumurtası almak. Özellikle tarama için olan ince yumurta tadıyla ve fiyatıyla harika.

İkinci ucuz şey ise Gustav tarzı antikalar, bir de keten dokumalıklar.
Yazarın Tüm Yazıları