Murat Bardakçı: Tuvalete giden sadrazamın bile peşine polis takmıştık






Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

İstanbul'da emniyet müdürünün valinin telefonlarını dinlettiği iddiası ortayı velveleye verdi ama ben bu işte garipsenecek bir taraf görmedim. Zira değil valileri, zamanın başbakanlarını bile takip etmek, peşlerine adam takmak hatta tuvalete gidişlerinden bile işkillenmek bizde devlet geleneğiydi. İşte, Abdülhamid'in sadrazamı Said Paşa'nın başından geçen böyle bir hadise: Sokakta sıkışan Paşa'nın yolunun üzerindeki bir tuvalette çişini etmesinin ‘‘devlet güvenliği’’ meselesi haline geliş öyküsü...

Kázım Abanoz'un, yani İstanbul Emniyet Müdürü'nün Vali Erol Çakır'ın telefonlarını dinlettiği ve her hareketini kontrol altında tuttuğu iddia edilince ortalık birbirine girdi. Bilen bilmeyen herkes konuştu, Kázım Abanoz'u suçladı, iş büyüdü ve insan hakları ihlálinden polis devleti hayallerine kadar uzadı.

Bana sorarsanız Kázım Bey doğrusunu yapmış, devletimizin eski bir geleğini uygulamıştı. Zira bizde bırakın valileri, zamanın sadrazamını yani başbakanını bile takip etmek, peşine hafiyeler takmak, hatta tuvalete gitmelerinden bile işkillenmek eski ádetimizdi.

İkinci Abdülhamid'in sadrazamı Said Paşa'nın sokakta sıkışıp yolunun üzerindeki bir tuvallette çişini etmesinin ‘‘devlet güvenliği’’ meselesi olması gibi...

HOŞ KOKULU ASKER HELÁSI

Yirminci asrın son günleri ve vehimleriyle meşhur Abdülhamid'in iktidarında sansürün ve jurnalciliğin zirvede olduğu zamanlardır.

Said Paşa bir yaz günü o zamanın ‘‘sadareti’’ yani başbakanlığı olan Babıali'deki işlerini bitirmiş, atlı arabasına binip Nişantaşı'ndaki konağına gitmek için yola çıkmıştır. Eminönü'ne gelir, köprüyü geçerler ve tam Karaköy'e vardıkları sırada sırada Said Paşa arabacıya ‘‘Ağa, şu karakolun önünde duruver!’’ diye bağırır. ‘‘Benim içeride bir işim var...’’

Arabacı karakolun önüne çeker, Arkadaki atlı yaver hemen atından iner, kapıyı açmak için yere atlar ama daha elini uzatamadan Paşa kapıyı kendisi açar, dışarı fırlar ve karakola doğru koşmaya başlar.

Kapıda nöbetçi bir asker ve genç bir yüzbaşı vardır. Koskoca sadrazamın koşa koşa içeriye girmek üzere olduğunu görünce bir anlık bir şaşkınlık yaşar ama ‘‘Belki de habersizce teftişe geldi’’ deyip hemen seláma dururlar.

Selám, melám Paşa'nın umurunda değildir, derdi başkadır... Subaya ‘‘Apdesthane nerede evládım?’’ diye bağırarak seslenir sadrazam.. Şaşkınlığını atan yüzbaşı hemen öne düşer; o önde, Paşa arkada karakolun dip tarafındaki heláya uzanırlar. Genç subay kapıyı açar, geriden dışarıya doğru pek de hoş olmayan bir koku hissedilir ama paşa umursamaz, aynı hızla içeri girip kapıyı örter...

Said Paşa birkaç dakika sonra dışarıya çıkar. Artık rahatlamıştır, subaya ‘‘Sağol evládım, sıkışmıştım da...’’ der, içeriye ne kadar sür'atle girdiyse çıkarken bu defa tam bir sadrazam edásıyla ve ağır ağır yürür, hatta kapıda yeniden verilen selámlara karşılık verir ve arabasına binip yoluna devam eder.

Yarım saat kadar sonra Teşvikiye'deki konağının önündedir. Binanın kapısında gözüne aşina gelen birisinin durduğunu farkeder ama ‘‘Belki bir iş için gelmiştir, kátipler alákadar olurlar’’ deyip başını bile çevirmez. Tam uşakların açtığı bahçe kapısından içeri girmek üzereyken adam yanına yaklaşır, yerden bir temenna eder ‘‘Efendimiz ácilen gelmenizi irade ettiler’’ der. Bu sözler adamın saraydan gönderildiğini göstermekte ve ‘‘Padişah sizi derhal emir buyurdu’’ demektir.

‘KENEFTEYDİM EFENDİMİZ!..’

Said Paşa kapıdan döner, arabasına yeniden binip saraya, yani Yıldız'a doğru uzanır. Hemen Abdülhamid'in huzuruna alınır ve hükümdar selám falan vermeden ‘‘Karaköy'deki zaptiye karakolunda ne iş ettiniz Paşa?’’ diye soruverir...

Paşa ne olup bittiğini ancak o anda anlar: Hafiyeler Babıali'den çıkışından itibaren peşine takılmışlar, Karaköy'e geçip karakola girdiğini görünce hemen postahaneden saraydaki hususi telgrafhaneye ‘‘Said Paşa hazretleri hiç de ádetleri olmadığı halde zaptiye karakoluna girdiler. İçeride bir darbe yapmaları ihtimali vardır’’ diyen bir telgraf çekmişlerdir. Telgraf hükümdara ulaştırılmış ve Abdülmamid'in ‘‘Paşa konağına girmeden evvel buraya gelsin’’ demesi üzerine Yıldız'dan gönderilen bir saray memuru konağa Said Paşa'dan önce varmış ve sadrazamı beklemeye başlamıştır.

Sadrazamın dili tutulmuş gibidir. Karakola çişi geldiği için apar-topar girmek zorunda kaldığını hünkára nasıl söyleyebileceğini düşünürken Abdülhamid kükrer gibi daha da sert bir ifadeyle tekrar sorar: ‘‘Cevabınızı bekliyorum Paşa!.. Karaköy'deki zaptiye karakolunda ne iş ettiniz?..’’

Said Paşa, kendisi karakola girmeye mecbur eden sıkıntının birkaç katını çeker gibidir, zira koskoca padişaha ‘‘Çişim gelmişti, kenefe gittim’’ diyememektedir ama olup-biteni anlatmaktan başka çaresi yoktur. Binbir özür dileyip af sözleri ederek Abdülhamid'e hadiseyi anlatır ama hükümdar pek inanmamış tır. ‘‘Siz içeride biraz istirahat buyurunuz’’ der, Said Paşa bir başka odaya alınır, saatler geçer, arada tepsiler dolusu nefis yemekler getirilir, namaz vakti seccadeler serilir ve sadrazamıa ancak geceyarısından sonra dönüş izin çıkar. O arada karakoldakiler tehdit ve Kur'an'a el bastırmayla karışık bir biçimde sorguya çekilmiş ve hükümdarzorla ikna edilmiştir,

İşte, sadrazamlara bile çişlerini rahat bir şekilde yaptırmamak bizde devlet geleneğiyken emniyet müdürünün valinin telefonlarını dinletmesi hadisesini neden büyüttüğümüzü ben bir türlü anlayamıyorum...

Başbakan camiye namaza gitti padişah darbe oluyor zannetti

‘‘...Sadrazamların Babıali'ye gelişleri gibi gidişleri de törenle olurdu. Bir ramazan günü, Said Paşa törenle uğurlandı. Arabası Sirkeci'ye gideceği sırada Said Paşa pencereden başını uzattı, arkasından gelen nöbetçi yaver ile çavuşlara ‘‘Bugün artık size ihtiyaç yoktur. Gidip istirahat ediniz’’ dedi ve arabacısına da ‘‘Sultan Mahmud türbesine doğru çek’’ diye emretti.

Yaveri Cemal Paşa bulunduğu yerde donakalmıştı. Hayreti geçtikten sonra sadrazamın gideceği yeri kimselere haber vermeden ortadan kaybolduğunu hemen Abdülhamid'e arzetti.

Saray, birbirine girdi. Yaverler ve hafiyeler etrafa dağıldılar. Hepsi sadrazamı arıyorlardı! Bir-iki saat içinde padişaha kırk kadar ihbar geldi.

Bahriye Nezareti'nden (Denizcilik Bakanlığı'ndan) sadrazamın deniz yoluyla bir tarafa gitmediği öğrenilmiş, elçilikler gözetlemeye alınmış, Paşa'nın başyaveri saraya çağırılıp sorguya çekilmişti. Ama sadrazam kırklara mı karışmıştı? Ne olmuştu? İftar vaktiş yaklaştığı halde nereye gittiği öğrenilememişti.

Padişah etrafındakileri iftarda bile rahat bırakmıyor, haber istiyordu. Nihayet, Sadrazam Said Paşa'nın ikindi namazını kılmak üzere Ayasofya Camii'ne gittiği, ezana okunana kadar müezzin mahfilinin altında Kur'an dinlediği ortaya çıktı. Abdülhamid haberi alınca teselli nefesi çekmiş, yüzü gülmüştü!’’ (Süleyman Káni İrtem'in ‘‘Abdülhamid Devrinde Hafiyelik ve Sansür’’ünden)

‘‘Türkiye’’ adı cumhuriyetle beraber konmuştu sanmayın!

Bazı okuyuculardan son haftalarda ilginç bir konuda mesajlar geliyor: Osmanlı döneminden ‘‘Türkiye’’ diye bahsetmemden hoşlanmıyor ve ‘‘29 Ekim 1923'ten önce Türkiye diye birşey yoktu’’ diyorlar.

Küçük bir hatırlatma yapayım:

Bu toprakların adı, taaa 13. asırdan beri ‘‘Türkiye’’dir. Bu sözü ilk kullanan kişi, bundan 800 sene öncesinin meşhur İtalyan gezgini Marco Polo'dur, yani memleketimizin isim babası odur ve bizim dışımızdakiler, taaa o zamandan beri buralara ‘‘Türkiye’’ derler. Başka bir ifadeyle söyleyeyim: ‘‘Türkiye’’ sözü cumhuriyetin ilánından sonra ortaya çıkmış değildir; Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı devirlerinde de aynen kullanılmıştır. Cumhuriyetten önce imzaladığımız Lozan Andlaşması'nda, hatta daha eski uluslararası anlaşmalarda da böyle geçer. Dolayısıyla benim bu devletin ve bu toprakların eski devirlerinden söz ederken ‘‘Türkiye’’ demem doğru, bundan her ne sebeple olursa olsun gocunmak ise yanlıştır.

Yazarın Tüm Yazıları