Murat Bardakçı:Ona domuz bağı değil domuz topu derler

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Neredeyse bir asır boyunca unutmuş olduğumuz ‘‘domuz topu’’ kavramına bu hafta Hizbullah sayesinde yeniden áşina olduk ama bu geleneksel işkence metodumuzun ismini yanlış hatırladık. İşte, geçmişte sıradan bir konuşturma biçimi olan ‘‘domuz topu’’ ve benzeri ‘‘ince sorgu’’ tekniklerinin ayrıntıları ve o dönemden kalma fotoğrafları...

DOMUZ TOPU

Ayaklar bir iple bağlandıktan sonra ip zorlayarak enseye geçirilir. Baş ile ayak arasına bir değnek sokarlar. İnsan bu durumda tortop olur ve ağzı anüsüne temas eder. Duyduğu acı dayanmanın üzerinde bir hal alır. Bu eziyete en fazla on dakika dayanmak mümkündür.

KAZIKLAMA

Eller ve ayaklar ip ile bağlanır ve dizlerin arasından bir kazık geçirildikten sonra adamcağız sırtüstü yatırılır. İki omuza birden uzunca bir odunla bastırılır ve dizlere kızılcık sopasıyla vurulur.

SÜPÜRGE UYKUSU

İnsan pisliği uzun süre teneffüs edildiği takdirde zehirler ve öldürür. Adamcağız zaten pis olan apdesthaneye hapsedilip aç ve susuz bırakılır. Üç gün sonra bir dilim kuru ekmek verilir ve arada bir içeri girilip sopayla dövülür. Apdesthaneye atılanlar, uyuyabilmek için oradaki süpürgenin çalısına oturup sapına sarılır ve bu şekilde dinlenmeye çalışırlar.

Hizbullah'ın akıllara sığmayan cinayetleri ve cinayetler öncesinde kurbanlarına yaptığı işkenceler gündemi bir anda değiştirdi. Türkiye ‘‘yılanlı kuyuda sorgu’’ yahut ‘‘kan dökmeden infaz’’ kavramlarıyla tanıştı. Gerçi geleneksel ‘‘domuz topu’’ bazı gazetelerde yanlışlıkla ‘‘domuz bağı’’ oldu ama, ‘‘domuz topu’’ da bu arada Türkçe'de neredeyse bir asır sonra yeniden kullanılır oldu.

Bizim ‘‘domuz topu’’yla aslında çok daha öncelerden tanışıklığımız vardı ve bu kavram hukuk tarihimizdeki yerini Dr. Rıza Nur sayesinde 1900'lerin başında almıştı.

Dr. Rıza Nur asıl mesleği olan cerrahlığın yanısıra tarih ve Türkoloji ile uğraşırdı. Politikaya gençliğinde bulaştı ve Abdülhamid zamanında sürgüne uğradı. Sonra politikaya girdi, İkinci Meşrutiyet'te milletvekili oldu, Milli Mücadele senelerinde Ankara'ya geçti, Ankara hükümetlerinde bakanlık yaptı ve Lozan görüşmelerine İsmet Paşa'nın yanında ‘‘ikinci murahhas’’ olarak katılıp anlaşmaya imza koydu. Sonra Ankara'yla arası bozuldu, Avrupa'ya bu defa gönüllü sürgüne gitti. Orada hemen herkesi aşağılayan ve hálá tartışma konusu olan hatıralarını yayınladı. Son günlerinde Türkiye'ye döndü ve 1942'de İstanbul'da öldü. Ölümünden yıllar sonra yayınlanan ‘‘Hayatım ve Hatıratım’’ isimli anıları ise hemen yasak edildi.

Tarihçi doktor çok sayıda eser vermişti, bunlardan biri ‘‘Cemiyet-i Hafiyye’’ yani ‘‘Gizli Örgüt’’ adını taşıyordu ve kitapta İkinci Meşrutiyet'in ilánından sonra milletvekili olmasına rağmen gözaltınma alınması sırasında başından geçenleri yazmıştı.

‘‘Cemiyet-i Hafiyye’’de, şimdi 80 küsur sene sonra yeniden günlük konuşmamıza giren ‘‘domuz topu’’ gibisinden kavramların ve bu şekildeki diğer sorgulama biçimlerinin ayrıntılı izahları bulunuyor. İşte, Dr. Rıza Nur'un ilk baskısı 1914'te yapılan ‘‘Cemiyet-i Hafiyye’’sindeki bazı ‘‘ince sorgu’’ biçimleri ve döneminden kalma fotoğrafları...

Hayal Hanım’ın küçük hayali

Bu sayfada senelerden beri intihalci hocaları yani başkasının eserini makaslayıp altına hiç utanmadan ve sıkılmadan kendi imzasını atan üniversite mensuplarını teşhir ediyorum.

İşte bir başka intihal hadisesi, birilerinin Amerikalı bir yazarın eserini makaslamasının öyküsü...

İntihal ürünü kitabın ismi, ‘‘Kalite Okullarına Geçişte Toplam Kalite Yönetimi’’. Marmara ve Boğaziçi Üniversiteleri'nde ders veren Dr. Hayal Özışıklıoğlu Köksal tarafından yazıldığı iddia ediliyor. ‘‘İddia ediliyor’’ diyorum zira 108 sayfalık kitabın birçok bölümü alıntı sınırlarını çoktan aşmış, bir başka yazarın, John Jay Bonstingl'in 1992'de çıkarttığı ‘‘Schools of Quality. An Introduction to Total Quality Management in Education’’ isimli eserden makaslanmış. Makaslamalar daha ilk paragraftan başlıyor. Birinci bölüm, Bonstingl'in 6. ve 7. sayfalarının aynen tercümesi. İntihal edilmiş bahisler sonra ardarda geliyor, meselá ‘‘Total Quality in Japan’’ (sah: 12) bahsi Hayal Hanım'da ‘‘Japonya'da Toplam Kalite’’ (sah: 14), ‘‘Total Quality Revisted in the United States’’ (sah: 16) bölümü ‘‘Toplam Kalite Yeniden ABD'de’’ (sah: 17) oluyor, intihaller böyle devam edip giderken orijinaldeki çizimler de makastan nasibini alıyor, birdenbire Türkçeleşiveriyorlar.

Hayal Hanım'ın bu hayalî kitabını işin ilgili makamına yani YÖK'e havale ediyorum ama YÖK'ün her makaslamada olduğu gibi bu olayda da kulaklarını tıkayacağından adım kadar eminim. Sebebi ise, yönetmeliğine ‘‘intihal yapan üniversiteden atılacak’’ maddesini koyan YÖK'ün bu maddeyi uygulayacak cesareti hiçbir zaman bulamamış olması.

Buyrun, YÖK'ün makasçı bilimadamlarına sağladığı destekten birkaç örnek okuyun:

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Uğur Kandilci, Burçak Kayhan ve Zeynep Akı ismindeki üç makasçının intihallerini belgeleriyle yayınladım. YÖK Başkanı Prof. Kemal Gürüz beni aradı, ‘‘Kimseye ayrıcalık yapılmayacağını’’ söyledi, üzerine basa basa ‘‘intihalciden hesap soracağım’’ dedi ve hesap falan sorulmadan dosya kapatıldı.

Sonra, İTÜ'ye bağlı Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı'ndan Doç. Şener Önaldı'nın makasladığı bir kitabı gündeme getirdim. Kemal Gürüz bana hemen resmi bir mektup gönderdi, ‘‘YÖK konunun üzerine gitmektedir, meraklanmayın’’ dedi ve dediğini yaptı: Yönetmelikler hiçbir şekilde uygulanmadı ve bu intihal hadisesi de sümen altı edildi.

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'ndeki Prof. Dr. M. İpek Cingi, E. Cingi, Y. Aktan ve A. Başaran isimli hocalar İngiltere'deki bir bilimsel kongreye çalıntı bir tebliğ göndermişlerdi. YÖK ve Prof. Gürüz bu rezaleti de sineye çektiler. Derken Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Bölümü'nden Dr. Okan Dalyan'ın yaptığı uluslararası bir intihali yayınladım ama YÖK her zamanki ádeti veçhile intihalciyi korudu.

Ben, YÖK Başkanı Prof. Kemal Gürüz'ün devr-i iktidarının Türk bilim tarihine intihallerin, makasçılığın ve bilimsel hırsızlığın zirvede olduğu, çalanın yanına çaldığının kár kaldığı bir dönem olarak geçeceğine eminim.

Bayanlar ve baylar, hiç durmadan, korkmadan, utanmadan ve sıkılmadan yürütün! Ne de olsa YÖK de, YÖK'ün başkanı da, üniversitelerin akademik namusu korumakla görevli idarecileri de hep sizlerden yana.

1 Ocak 1900’de Avrupalıydık

Bundan tam 100 sene önce yayınlanan yani 1900 yılının Ocak ayında çıkan Avrupa gazetelerini bilmem hiç gördünüz mü? İlk sayfalarında mutlaka Türkiye'yle ilgili bir haber yeralıyordu ama işin daha da enteresan tarafı, Türkiye'den o zamanın Avrupa basınında bir ‘‘Avrupa Devleti’’ olarak sözedilmesiydi.

Fransa'nın önde gelen gazeteleri geçen 1 Ocak'ta o günden tam 100 sene önce yani 1900'ün 1 Ocak'ında yayınlanmış gazetelerin tıpkıbasımlarını verdiler.

Tıpkıbasımlarda dikkatimi çeken husus, bir asır öncesinin hemen bütün Fransız gazetelerinin birinci sayfalarında Türkiye'den sözeden bir haberin yer almış olmasıydı. Haberlerin çoğu gerçi rejim muhaliflerinin faaliyetlerinden sözediyordu ama Türkiye ilk sayfada mutlaka vardı.

Meselá bugün Fransa'nın ençok satan gazetesi olan Le Figaro yüz sene öncesinin en fazla satan gazetesinin, ‘‘L'Aurore’’ın tam bir asır önceki nüshasını yayınlamıştı. Manşet Fransa'daki ezeli grevlerle ilgiliydi, ‘‘Grevler durumu ağırlaştırıyor’’ deniyordu ve manşetin hemen altında ‘‘Mahmud Paşa'nın Mektubu’’ başlıklı bir başka haber vardı. Sultan Abdülhamid'in kızkardeşi Seniha Sultan'ın kocası yani hükümdarın eniştesi olan Mahmud Paşa İstanbul yönetimiyle anlaşmazlığa düşüp iki oğlunu da yanına alarak Paris'e kaçmış ve hükümdarın en büyük muhalifi olmuştu. Paşa kendisiyle beraber sürgünde olan ve İkinci Meşrutiyet döneminde ‘‘Ayan Reisliği’’ yani senato başkanlığı yapacak olan Ahmed Rıza Bey'e yazdığı mektubun kopyasını L'Aurore'a da göndermiş ve gazete mektubu birinci sayfadan yayınlamıştı. Enişte Paşa Abdülhamid'in ‘‘tiran’’ olduğunu söylüyor, ‘‘Memlekette herkes öldürülüyor. Artık gözler göremeyecek, kulaklar işitemeyecek, diller de konuşamayacak bir halde’’ diyor ve Ahmed Rıza Bey'e Abdülhamid'e başkaldırdığı için teşekkür ediyordu.

Yılbaşında yayınlanan bu gazete tıpkıbasımlarını görünce, Paris'teki bazı dostlarımdan kütüphanelere gidip 20. yüzyılın ilk günlerindeki Fransız gazetelerinin sayfalarını Türkiye'den bahseden haberlere dikkat ederek şöyle bir çevirmelerini rica ettim. Birkaç gün sonra gelen bilgi, Fransız gazetelerinde Türkiye'yle ilgili olarak hemen hergün en az bir adet haber veya yorumun yeraldığıydı. Ama işin enteresan bir tarafı vardı: Türkiye, o günlerin Avrupa basınına göre ‘‘Avrupa Devleti’’ydi. Fransız gazeteleri Abdülhamid idaresi için gerçi her vesileyle ‘‘baskı rejimi’’ diyorlar ama İstanbul'da olup bitenleri ayrıntılarıyla yazıyor ve Türkiye'den her zaman için bir ‘‘Avrupa devleti’’ olarak bahsediyorlardı.

Yüzyıl öncesinin Avrupa basınındaki Türkiye imajı konusu, şimdi bütün gücümüzle yeniden ‘‘Avrupalılaşmaya’’ çalıştığımız bugünlerde gazete kolleksiyonları sabırla tarayıp ‘‘O zaman niçin Avrupalıydık, şimdi neden değiliz?’’ sorusunun cevabını verecek olan araştırmacıları bekliyor.

Yazarın Tüm Yazıları