Karlofça'nın orijinal metni 300 yıl sonra Türkiye'de

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Ufacık bir Polonya kasabası olan Carlowicz'de 1699'un 26 Ocak'ında imzaladığımız Karlofça Antlaşması, Osmanlı İmparatorlu-ğu'nda çöküşün başlangıcıydı. Antlaşmanın 300 yıl boyunca Polonya'da muhafaza edilen orijinal metni şimdi İstanbul'da. Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde 29 Haziran'da açılacak olan 'Savaş ve Barış' sergisinde yeralacak ve serginin açılışını Cumhurbaşkanı Demirel yapacak.

Karlofça ilkokuldan itibaren işittiğimiz, ortaokul ve lise sıralarında maddelerine kadar ezberlediğimiz bir antlaşmaydı. Polonya'nın ufak bir kasabası olan Carlowicz'de 1699'un 26 Ocak'ında imzalanmıştı, adını bu kasabadan alıyordu ve ‘‘Karloviç’’ okunan Carlowicz bizde Karlofça olmuştu. Avrupa Osmanlı'yı paylaşmanın ilk adımlarını Karlofça'da o gün atmış, imparatorluğun çöküşü işte bu antlaşmanın imzalanmasıyla başlamıştı.

BARIŞ SEMBOLÜ SUMATARASI

Bir yerde Sevres'in öncüsüydü. Biz Sevres'i yırtmış, hükümsüz kılıp Lozan'la değiştirmiştik ama o zamanlarda aynı çabayı gösterecek bir kahraman çıkmadığı için koskoca imparatorluğun temelleri 1699'un o buz gibi 26 Ocak günü sarsılmaya başlamıştı.

Derken 300 sene geçti ve Karlofça'nın orijinal metnini Polonyalılar muhafaza ettiler. Ama bundan sadece birkaç hafta öncesine kadar: Zira Karlofça şu anda İstanbul'da, Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde bulunuyor ve önümüzdeki 29 Haziran'dan itibaren de üç ay boyunca burada sergilenecek.

Müzenin müdiresi Dr. Nazan Ölçer'in seneler süren çabasının meyvesi olan ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın 1683'teki Viyana bozgununda savaş meydanında bırakmak zorunda kaldığı hazinelerin yeralacağı sergiden daha önce sözetmiştim. Nazan Hanım bozgundan sonra Polonyalılar'ın eline geçen eserleri Türkiye'ye getirtip sergilemek için beş yıl uğraşmış, 340 parça eseri getirtmeye muvaffak olmuş ve Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde açılacak olan sergi için gece-gündüz demeden yoğun bir çalışma başlamıştı.

‘‘Savaş ve Barış’’ isimli serginin amblemi 16. asırdan kalma bir Osmanlı su matarası olacak, sergi 29 Haziran'da açılacak ve açılışı bizzat Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapacak. Amblem olarak bir su matarasının seçilmesi ise, suyun bir yerde barışı temsil etmesi...

Serginin hazırlıkları devam ederken bu defa bir başka memleket, Avusturya, beklenmedik bir jest yaptı: Kara Mustafa Paşa'nın bilinen tek yağlıboya tablosu Viyana'daydı, Nazan Ölçer sergiye koymak maksadıyla Viyana Tarih Müzeleri Genel Müdürü Dr. Günter Düriegl'i aradı, tablonun iyi bir fotoğrafını istedi ve Dr. Düriegl'in cevabı ‘‘Madem ki güzel bir sergi yapıyorsunuz, o halde size aslını gönderelim’’ oldu. Paşa'nın tablosu birkaç gün sonra İstanbul'da olacak ve açılışa yetişecek.

‘‘Savaş ve Barış’’ sergisini mutlaka ziyaret edin, Viyana önlerinde uğradığımız bozgunun azametini savaş meydanında bıraktığımız hazinelerden anlamaya çalışın ama Karlofça Antlaşması'nın önünde biraz fazla kalın.

RAMİ EFENDİ’NİNHÜZÜNLÜMÜHRÜ

Sonra, hemen yanıbaşında yeralacak olan yeni yazıya nakledilmiş metne bir göz atın. İçerisinde ‘‘esenlik’’, ‘‘barışıklık’’ gibi kelimelerin geçtiği saf ve devrine göre hayli sade bir Türkçe'yle yazılmış olan metnin tamamını okuduğunuzda, çöküşün başlangıcına şahit olacağınıza eminim.

Antlaşmanın altında Türk tarafından iki kişinin, zamanın ‘‘Reisü'l-küttáb’’ı yani Dışişleri Bakanı Mehmed Rami Efendi'yle Babıali'nin baştercümanı Alexander Movrakordato'nun imzası ve mührü var. Movrakordato'nun Karlofça'yı imza ederken ne hissettiğini bilemem ama Mehmed Rami Efendi'nin bu azap dolu belgeye kabul ve tasdik mührünü nasıl kahredici bir elemle ve paramparça bir gönülle koyduğunu gayet iyi tahmin ediyorum.

Elimden düzinelerle çalıntı eser geçti ama böylesini ben bile görmedim

Bugüne kadar kaç düzine intihalle karşılaştığımı hatırlamıyorum ama bu kadar cesurca yapılmış olanını hiç görmediğimi söyleyebilirim: Yaşar Keçeci adında bir zat Türk edebiyat tarihçiliğinin en önemli isimlerinden olan Abdülbaki Gölpınarlı'nın çok bilinen bir eserini, koskoca ‘‘Mantık al-Tayr Tercümesi’’ni aynen yürüttü ve bu makaslamayı Kırkambar Yayınları basıverdi.

Yaşar Keçeci'yle hiç tanışmadım. Hatta bu ismin takma bir ad mı yoksa gerçek mi olduğunu, yani böyle bir kişinin hakikaten varolup olmadığını bile bilmiyorum. Bildiğim tek şey, eğer bu isim sahte veya takma değilse Yaşar Keçeci gibi bir intihalcinin bugüne kadar eşinin ve benzerinin olmadığı, tarihte emsaline rastlanmadığı ve bir daha asla rastlanamayacağı.

Bu benzersiz intihale uğrayan eser, şarkiyat ilminin gelmiş geçmiş en büyük üstadlarından olan Abdülbaki Gölpınarlı'nın Farsça'dan yaptığı çok bilinen ve önemli bir tercüme: Bundan 900 küsur sene önce yaşayan İranlı şair Ferideddîn-i Attar'ın adı kendisiyle eşdeğer hale gelmiş kitabı; ‘‘Mantık al-Tayr’’ı, yani ‘‘Kuşdili’’ isimli eseri. Dünyadan 1982'de ayrılan Gölpınarlı'nın Hasan Ali Yücel'in Maarif Vekilliği zamanında tercüme ettiği kitabın ilk baskısı 1945'te Şark-İslam Klasikleri'nden iki cild halinde çıkmış; sonra birçok defalar yeniden basılmış ve alanında kaynak olmuştu.

‘‘Mantık al-Tayr’’ geçenlerde İslamiyetle ve İslam felsefesiyle ilgili kitaplar basan ‘‘Kırkambar Yayınları’’ tarafından yeniden yayınlandı. Tek cild haline getirilmiş, ismi Arapça imláya uyarlanıp ‘‘Mantıku't-Tayr’’ yapılmıştı ve iç kapakta ‘‘Türkçesi: Yaşar Keçeci’’ yazılıydı.

Ama Yaşar Keçeci'ye ait olduğu iddia edilen eser, Gölpınarlı'nın bundan 50 küsur sene önceki yayınının kelimesi kelimesine aynısıydı. Sadece Gölpınarlı'nın tercümesinde geçen ne kadar ‘‘Tanrı’’ kelimesi varsa hepsi ‘‘Allah’’a çevrilmiş ve birkaç eski kelime yenileriyle değiştirilmişti ama eser herşeyiyle, virgülüne kadar Gölpınarlı'nındı. Sözün kısası Kırkambar Yayınları hiç utanmadan, sıkılmadan ve hemen her yayınlarında ismini andıkları Allah'tan bile korkmadan Gölpınarlı'nın güzelim ‘‘Mantık al-Tayr’’ tercümesini gaspedivermişlerdi.

Bu eşi-benzeri bulunmayan makaslama hakkında başka bir söz etmeyeceğim, ‘‘Merak edenler her iki yayını da alıp karşılaştırdıkları taktirde utanmazlığın derecesini görürler’’ demekle yetineceğim ama bu işi becerenlere basit bir kuralı hatırlatmadan da edemeyeceğim: Hadi elálemin eserini yürütmekten sıkılmıyorsunuz, tamam; ama her işin olduğu gibi intihalciliğin de raconu vardır. Bir eser böyle virgülüne kadar çalınmaz, üzerinde biraz oynanır ve daha da önemlisi yürütülecek olan kaynak nisbeten az tanınan yayınlar arasından seçilir. Gölpınarlı ve ‘‘Mantık al-Tayr’’ gibi çok bilinen isim ve kitaplara el atmak ise, cehaletten de öte hamakattır!..

Mühendishane'yi meyhaneye çevirdiler

İstanbul Teknik Üniversitesi'nin hanım rektörü Prof. Dr. Gülsün Sağlamer'i cán ü gönülden tebrik ederim. Ama ilminden yahut ilmî bir faaliyetinden dolayı değil; koskoca İTÜ'nün Maçka'daki kampüsünü alaturka diskoteğe çevirip Teşvikiye ve Maçka'nın aralarında benim de bulunduğum sakinlerini akşamın ilk saatlerinden sabahın birine kadar çalınan göbek havalarını dinlemeye mahkum ve gecelerimizi de berbad ettirdiği için.

Hadise şöyle: Rektörlük nedendir bilinmez, üniversitenin Maçka'daki ‘‘Havuzbaşı’’ denilen mekánını birilerine kiraya verdi, kiracı mekánı diskoyla alaturka gece kulübü arasında bir hale getirince de Maçka'nın göbeğinde bir kakafoni merkezi doğuverdi. ‘‘İrfan merkezi üniversite’’nin gece programı şimdi ‘‘Emine'nin şalvarı’’yla başlıyor, derken mujik havalarıyla tepiniliyor, saatler sonra gelen finalin müziği ise vıcık vıcık arabesk nağmeleri. Semt sakinleri bıkkın, Teşvikiye Karakolu hiç durmadan gelen şikáyetlere karşı çaresiz, zira bu işi becermenin ruhsatı Şişli Kaymakamlığı'ndan çıktığı için karakolun eli-kolu bağlı ve bütün bunlar olup biterken hadisenin kahramanları kimbilir kaçıncı uykularındalar.

Tebrikler Gülsün hanımefendi! Temeli asırlar öncesinin ‘‘Mühendishane’’sine dayanan, son iki cumhurbaşkanının ve daha nice devletlûnun mezun olduğu koskoca İTÜ'nün o güzelim mekánını berhaneye çevirmeyi ve Teşvikiye'yle Maçka sakinlerinin yaz gecelerini göbek havalarıyla zehir etmeyi becerebildiğiniz için binlerce, on binlerce , yüz binlerce defa tebrikler!



Yazarın Tüm Yazıları